31 Mart 2009 Salı

KIŞ / Mehmet Zaman Saçlıoğlu

“Kar sesi kışın, giz bahçeleri

Bütün eski günler uçuşmuş

Şu yakın sonbahar bile”[1]

Bir mevsimden ötekine nasıl geçilir?
Gündüzden geceye, geceden gündüze, gençlikten yaşlılığa, yaşamdan ölüme nasıl geçilir?
Rüzgârla mı, ışıkla mı, gözlerimiz ve tenimizle mi, yoksa şiirle mi?
 
Sonbahar, yazla oyunlar oynadıktan sonra İstanbul’un tahtına lodosların gücüyle oturur. Ayva sarı, nar kırmızı tahtı sarmaşık yapraklarının kırmızısıyla süslenir, biraz çürümüş meyve kokusu, biraz yağmur serinliği, kaldırım taşlarında beliren yosunlar, kısalan günler derken, gün gelir, bilmeden, anlamadan tahtını kışa bırakır, kenara çekilir.
Şiir, tenimizden ve gözümüzden çıkmadır. Her şeye borçludur varlığını ve dünya, güzelliğini şiire borçludur. Şiirdir bize günbatımını tanıtan. Aşk, şiir sayesinde yalnızca bir acı ya da mutluluk olmaktan kurtulur. Şiir olmasaydı gün doğumunu serçeler, kediler gibi görürdük. Acıkmış bir mide ve gecenin ağırlığından silkinmeye çalışan bir beden… Şiir olmasaydı, bilim, kuru kemikli bir cadı kadar korkutucu olurdu. Mevsimler, rüzgârlar, balıklar, kuşlar, yosunlar, yıldızlar, ne varsa bize duygusunu aktaran, şiirin dilini kullanırlar.
Kış da şiirin arkasına gizleyerek korkunçluğunu, bize kendini sevdirmeye çalışır. Kimi şair, şiirine kış mevsiminin gerçek yüzünü almıştır.
 
“…
Kaside falan bekleme benden,
Ne kadar sıcak olsa koynumdaki kadın.
Öylesine şair değilim.
Sevmedim, sevmiyorum seni kış mevsimi,
Fakir fukaraya gadrediyorsun...”[2]
 
Sonbaharın, tahtını kışa kaptıracağını fark ettiği günlerde, balıkçıların Yıldız dediği rüzgâr görünür kuzeyden. Kararlı, güvenli, Karadeniz’in üstlerinden gelir. Sol yanıyla Anadolu, sağ yanıyla Rumeli kıyılarına genişçe çarpar, göğsüyle İstanbul Boğazı’na bodoslamadan yüklenir.  Boğaz boyunca suları karartıp kıyıdaki yalıları yoklar, kayıkhanelerle konuşur, sokak aralarına sızar. Eski ahşap evlerin duvarlarına vurur, macunları kurumuş pencere camlarını cızırdatır, pervaz aralarından girip perdelerle oynaşır.
Sokak kedileri Yıldız’ı görünce kuytu bir yer ararlar. Tüyleri kabarır, gözleri kısılır.
Yıldız, yerdeki son yaprakları toplar, yollarda döndürür, kenara köşeye savurur. Teşrin yapraklarıyla oynayan o avare rüzgâr değildir artık bu. Küçük balıkçı teknelerini sallayarak, demirlemiş yatların iplerini direklere çarptırarak, Boğaz’ı hırçın bir kanatla boylu boyunca geçer. Karşısında Topkapı Sarayı’nı, Aya Sofya’yı, Sultanahmet Camii’ni ve eski İstanbul’u görünce şaşırır, Sarayburnu önlerinde dönmeye başlar. Bu ani dönüş, Sarayburnu’nun denizini karıştırır, anaforlarını güçlendirir, oracıkta kendini suya atmak için bekleyen genç kızı ürkütür.  
Kız, bir doğu kentinden gelmiştir. Böyle karanlık sulara, karamsar bakışlarla daldığına göre, İstanbul’a her gün çaresiz gelen, çaresizliği İstanbul’da daha da büyüyen, çaresizlikten yolunu şaşıracaklardan yalnızca biridir. Bu anaforlu denize kaç kişi atlamış, kaçı yok olup gitmiştir.
Yıldız, meraklı bir kuş gibi dönüp durur tarihi yarımadayı, sonra ya karşı kıyıya, ya Marmara denizinin üstüne doğru kanat kırar.
Yıldız rüzgârının gelişinin sıklaşmasıyla, sonbahar kenara çekilmeye başlamıştır artık. Yine de Lodos, ben İstanbul’u hiçbir mevsime kaptırmam, bu kentin efendisi benim, dercesine, fırsat buldukça kendini göstererek, balıkları, insanları, kuşları şaşırtacak, en sert kış havasını yumuşatıp tüm canlıları mutlu bir sarhoşluk içinde sersemletecektir.
Kış ya da sonbahar, insanoğlunun koyduğu takvim bilgisinden yoksundurlar. Bu yüzden sonbahar, İstanbul’u ve tüm kuzey yarıküreyi, kışa 1 Aralık günü resmen devredeceğini bilmez. Bir yıl biraz erken olursa bu devir teslim işi, öbür yıl biraz geç kalır, sonunda aynı kapıya çıkar mevsimlerin saltanat süresi.
Aralık ayının başında, birkaç gün önce ya da sonra başlayan Ülker Dönümü Fırtınası ile kışa girilir. Ardından birer ikişer sökün eder öteki fırtınalar.  Zemheri’ler, Karakış’lar, Karansalos’lar, Ayandon’lar derken rüzgâr kimi zaman sert, kimi zaman yumuşak, ama kış dilinden eser. Ta ki cemrelere kadar…   
 
“Tozkoparan fırtınası

Kaç koldan kıvrılır

Vurur camlara yukarı.

 
Yaprak, kâğıt ve çöp

Aralık kapı

Çeker içeri sokakları.

…”[3]
   
İstanbul olmak kolay iş değildir. Öyle bir kenttir ki bu, iki kıtayı birleştirir mi, ayırır mı; iki denizi birleştirir mi ayırır mı hemen anlaşılmaz. Zaten bunun bilgisi de doğada değil insandadır. Bu yüzden İstanbul her göze başka görünür.
Asya, şiirin diliyle; bir kısrak başı gibi gelip dayanır İstanbul’un denizine. Biraz ileride, karşıda, insanların bilmediği kadar eski zamanlarda kendi doğurduğu kızı durmaktadır. Avrupa da düşünde hem annesi Asya’ya ait olduğunu, hem bir başkası olduğunu görmüş, düşünü yorumlamaya çalışmaktadır. İkisinin arasındaki su büyülüdür. Bu suyun büyüsü, birleşme ile ayrılma arasındaki gerilimden doğar. Bu iki kıtanın birbirine değdi değecek tenleri Michaelangelo’nun resmindeki, Tanrı ile Adem’in birbirine değdi değecek parmaklarını anımsatır. İşte İstanbul bu dokunuştan, daha doğrusu bu dokunuş umudundan can alır.
Şiirle gelen kışı olmasa da, rüzgârla gelen kışı İstanbul’da, insanların yoksullarıyla hayvanların yerlileri karşılar. Göçmen kuşlar, balıklar çoktan yola çıkmıştır. Kuşlar varacakları güney illerine varmış, arkalarında bazı dostlarını bırakmışlardır.
“…
İçlenme tabiattaki yekpare kederden,
Yas tutma dağılmış diye kuşlarla çiçekler.
Onlar dönecektir yine gittikleri yerden,
Onlarla giden günlerimiz dönmeyecektir...”[4]
 
İstanbul, İstanbulluluğunu biraz da yerli kuşlarına borçludur. Göç etmeyen kuşlar, bizim karakış dostumuzdur. Denizlerdeki yiyecekleri azalan martılar, çığlıklar atarak içerilere kadar girer, bulutlu gökyüzlerinde beyaz bir tüy gibi akarak gecenin karanlığını kırarlar.
Martılar insanoğluna yakındırlar. Neredeyse gelip ellerinden alırlar ekmeği. Boğaz vapurlarında, ada vapurlarında güverteden atılan simitleri havada yakalamaları, insanlarla oyun oynamaları, artık güç görülen yunusların balıkçılarla, vapurlarla oynadıkları oyunu anımsatır.
Denizin esmer tenli balıkçılları, karabataklar ise sanki insanoğluna dargın gibidirler. Denize yakın yapıların damları martı yumurtalarıyla doluyken, karabatakların denizi terk edip karaya çıktıklarına neredeyse hiç rastlanmaz. Martılar balık bulamadıklarında çöp tenekelerinde ararlarken rızıklarını, karabataklar istavritten, hamsiden, gümüşten vazgeçmezler; geceleri mendireklerde sıralanır, aralarındaki, nasılsa göç etmemiş tek tük turna ile birlikte başlarını kanatlarının altına gömer, yakınlarından geçen gemilerin gürültüsüne alışkın uyurlar. Gece, kargalar, güvercinler, serçeler, koruluklarda azalmış sakalar, bülbüller için de uyku zamanıdır, ama martılar için farklıdır. Martılar, çığlık atma ve gökyüzünü denetleme görevini sabaha kadar, nöbetleşe sürdürürler.
İstanbul’un en yırtıcı ve yabani kuşları sığırcıklardır. Kışın daha çok ortaya çıkar, özellikle karlı günlerde pencere kenarlarına bırakılmış bulgurları, mısırları kapışırlar. Uzun, sivri gagalarıyla serçeleri, güvercinleri, kumruları korkuturlar. Hızdan görünmez beyaz benekli kanatları, sanki onların denetiminde değilmişçesine heyecan, telaş içindedir. Çekirge sürüsü gibi gelir, yiyecekleri tüketir, gökyüzünde istavrit sürüsü gibi uçuşarak başka bir yere giderler.
İstanbul’un en masum yaratıkları ise kumrulardır. Kedilere en çok yem olan, üç bulgur tanesini birbirlerine yedirmemek için kavga ederken bir güvercine kaptıracak kadar saf,  ama bir o kadar güzel yüzlüdürler. Mutlu ve sakin bir aile hayatı sürer gibidirler. İstanbul’un kargalarıysa, gökyüzünün kara kedileridir. Karganın sesini pek az kişi sever nedense, oysa o ses katışıksız bir doğa sesidir. Martı sesi gibi, bülbül sesi gibi içtendir, onun sözünü anlayan anlar.
Gökyüzünün göçmenleri varsa, denizin de göçmenleri vardır. Kuşlarının tersine, İstanbul, yerleşik balıklarından çok göçmen balıklarıyla bilinir.
Balıklar, eylül ekim deyince havanın serinleyeceğini anlarlar. Göçecek olanlar, Karadeniz’in soğuk suyunu terk edip usul usul Boğaz’a girer, Marmara’ya yüzgeç vururlar. Aralık ayında göç neredeyse tamamlanmış, arkada kalan torik sürüleri biraz oyalanıyor olabilir. Bunun nedeni nasıl bir kışın geleceğini gözlemlemektir. Çok soğuk geçmeyecekse öyle uzağa gitmeye gerek yoktur. Marmara’ya şöyle bir açılıp döner, deniz yüzeyinin elli metre kadar altındaki ters akıntıya kendilerini bırakır, bu kanal içinde kış boyu oyalanırlar. Ne de olsa bu akıntı Marmara’nın görece ılık suyunu taşımaktadır Boğaza. Kışlar sert geçecekse, küçükten büyüğe tüm göçmen balıklar Boğazı neşelendirir. Lüferler, palamutlar, torikler, hamsiler sıra sıra geçip giderler Boğazdan.
İstanbul’da balık geçişi olduğunu anlamak için denizin üstüne bakmak yeterlidir. İrili ufaklı balıkçı tekneleriyle bir cümbüş içindedir denizin üstü. Yolcu vapurları, yolcu motorları, uzaktan gelip ya Karadeniz’e ya Marmara’ya çıkmaya çalışan yük gemileri, mavnalar, yelkenlerini indirmiş teknelerle kalabalık bir caddeye benzer Boğazın suları.
Balık denince İstanbul’da rakı akla gelir hemen. Kış günleri öğle rakılarının tadına doyum olmaz. İstanbul’un balık lokantaları, meyhaneleri balık pişirme işinde dünyanın başını çekerler. Üstelik yalnızca balık değil, leziz mezeler de vardır bu meyhanelerde. Kış aylarında paltosunun yakasını kaldırmış, omuzlarını büzmüş, meyhaneden içeri girenler dost sıcaklığına gidiyorlarsa, yanında mutlaka rakı, balık ve meze olacaktır.
Aralık ayı resmen kış sayılsa da, kimi yıllarda insanları kışa hazırlayan bir ay olarak oldukça yumuşak geçer. Yıldız rüzgârı gibi Poyraz da İstanbul’un belalı rüzgârlarındandır. Hele kış aylarında eserse, denizin üstünü beyaz köpüklerle donatıp kiri pusu alır götürür açıklara.
İstanbul’un rüzgârını İstanbul’un yaşlıları iyi tanırlar. Ne zaman hangi fırtınanın geleceğini, “Kocakarı soğukları”nın ne zaman İstanbul’u ziyaret edeceğini bilir, gençlere söylerler. İstanbul’un koruyucuları da genellikle yaşlılarıdır. Yani kışlarını sürdürmekte olanlar. Aslında genç yaşta İstanbul tümüyle anlaşılmaz. İstanbul, genç yaşlar için işyerinin, evin, eğlencenin, aşkın, maceranın, varsıllığın, yoksulluğun kentidir, ama bir “memleket” değildir. Dünya işlerinden elini çekmeye başlayanlar birden bir uykudan ayılırcasına İstanbul’da olduklarını, İstanbullu olduklarını fark ederler. Ve bir acı kaplar içlerini. Gençliklerinde bulduklarını bulamamaktadırlar. Gençlikleriyle birlikte gitmiştir İstanbul. Eski İstanbul ancak anılarda yaşar.
Anımsadıkları acaba gerçekten İstanbul mudur, İstanbul sandıkları mı?
Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların
dilsiz olduklarını anlıyorum.
Kar yağıyor
ve ben hatırlıyorum...”[5]
 
O günleri, o eski sokakları, eski yapıları, kahvehaneleri, lokantaları, ilk sevgilileriyle gittikleri bahçeleri ararlar, ama nerde? Hepsi sonradan gelenlerin saldırılarıyla yok olmuş, gençlerin değiştirdiği bir başka İstanbul gelmiştir. Dünyada hiçbir kent bu kadar saldırıya uğrayıp her saldırıdan yeni bir özgünlük çıkaramaz sanırım. Bir insan ömrü içinde değişen, ama yüzyıllar içinde ruhu aynı kalan bir kent. Eski bir Yeşilçam filminde duyabileceğiniz bir söz bunu çok iyi anlatır: “Vücuduma sahip olabilirsin ama ruhuma asla!” İstanbul bedenine her gün sahip olunan bir kadındır, ama ruhunun hep bakire kaldığını düşünür. Gerçekten öyle midir?
İstanbul’u İstanbul yapanlar az değildir. Lodos, Poyraz, martı, kumru, kedi bunların başında gelirse de, azımsanmayacak rolü olanlar: Adalar, ada faytonları, ahşap evler, mimozalar, hisarlar, erguvan ağaçları, yalılar, Sinan’ın yapıtları, camiler, dar sokaklar, bir salıncağı mutlaka kırık olan çocuk bahçeleri, küçük ilkokullar, arnavut kaldırımları, kuleler, fahişeler, bıçkınlar, meyhaneler, eskiciler, çöpçüler, sarhoşlar, Boğaz’a yukarıdan bakan köşkler, mezarlıklar, trenler, vapurlar, yağmurdan sonra kaldırımlara serilen salyangozlar, dünyanın en sıcak bakışlı sokak köpekleri, anılarımızdaki bekçi düdükleri, kışın geçen bozacılar, gözlerimizde parlamalar bırakmış kalaycılar, tek tük kalmış sütçüler ve içimizi yaşama sevinciyle dolduran daha nice şeylerdir.
Ocak ayı gelirken yılbaşı telaşı başlar İstanbul’da. Bu güzel kent, eskiden, yani Musevilerin, Rumların, Ermenilerin, beyaz Rusların, tüm azınlıkların, Türklerin mutluluk içinde yaşadıkları günlerden kalma bir alışkanlıkla yılbaşına hazırlanır. Nişantaşı, Beyoğlu, Bağdat Caddesi ışıklanır, yılbaşı çamlarıyla, çiçekleriyle, süsleriyle, noel babalarla, hediye paketleriyle, dükkânların vitrinlerine yapıştırılmış kar benzetmesi pamuklarla, simlerle, boncuklarla hüzünlü bir yıl değişimine girecektir. İnsanlar soğuklarda, iş çıkışlarında acele hediye paketleri yaptırırken bir başka şiir daha yazılır sokaklarda.
 
Bu duraktan bu otobüs

Ne zamanları geçer

Sorarım, gülerler:

Bekle, Baba!

 

Beklerim kış yaz ayaz

Kuyruklarda

İstanbul’da yaşıyorum

Yaşamaksa.”[6]

Kışın İstanbul’un en güç mesleklerinden biri de pazarcılıktır. Sabahın erken saatlerinde pazarın kurulacağı sokaklara girer kamyonlar. Kimileri geceden gelir, park eder uyurlar. Sabah demir ayaklar dikilir, tenteler bu ayaklara gerilir, tezgâhlar kurulur. Sabah müşterisi, malın en iyisini arayan, paradan yana sorunu olmayan müşteridir. Öğleden sonra satış hızına bağlı olarak ucuzluk başlar. Akşam pazarı olduğunda tezgâhlarda kalan son mallar yarı fiyata inmiştir. Pazarcılar artık üşümüştür. Son birkaç kiloyu satmak onlara bir şey kazandırmayacaktır. İşe o zaman en yoksullar pazara gelir. Ya yok pahasına ya parasız, geriye kalan çürük sebzeyi, meyveyi alırlar pazarcıdan.
 
“…

Çarşılarda bir şey

Biz pek aramazdık çocuklar olmasaydı.


Kasaplarda manavlarda bazı yorgun kadınlar

Hep de tenha saatleri seçerler

Sonra yavaş bir sesle

Çocuk için hasta kaç gündür yemiyor

Biraz et biraz meyva isterler.

…”[7]

Böylelikle birkaç mutfak daha o akşamı kurtaracaktır. Akşam olur, pazarcılar kamyonlarına biner, kentin bir başka semtine doğru yola çıkarlar. Sokaklar uçuşan naylon torbalarla, sebze meyve artıklarıyla, kâğıtlarla, parçalanmış kasalarla doludur. Çöp kamyonları beklenmeye başlanır. Bu artıkların bile alıcısı vardır aslında. Belediye çöpçülerinden önce başka çöpçüler gelir pazar yerlerine.
Yaz kış sokakları aşındıranların başında, topladıkları çöpleri, el arabalarında, devasa çuvallar içinde taşıyan gençler, Çingene kızları gelir. Çevre yollarında belirli saatlerde çöpleri teslim alan kamyonları bekler, çuvallarını boşaltır, yeniden sokaklara dalarlar torbalarını doldurmak için. İstanbul’un taşı toprağı altındır denir, ama bu altın nasılsa altından başka her şeye benzer. En çok da çöpe... Çöpleri önce çöp toplayan çocuklar, sonra kediler, kargalar, yere dökülenlerini ise köpekler ayırır ve böylelikle belediye çöpçülerine az iş kalır.
İstanbul, Ocak ayını oldukça soğuk geçirse de, en belalı ay Şubat’tır. Kısa mısadır ama bir günü başka ayların iki gününe bedeldir desek yeridir. Kar genellikle bu ayda yağar İstanbul’a. Geçmiş yılların en şiddetli son kışı 1954 yılında yaşanmıştır. 24 Şubat günü İstanbul Boğazı buzlarla kaplanmış, Boğazın bir yakasından ötekine yürüyerek geçilmiştir. Bu soğukta balıklar da sersemlemiş, su üstüne çıkmış, elle toplanmışlardır. İstanbul’un tarihinde böyle az sayıda kış vardır. Çok yaşlıların anımsayabildiği 1929 kışı da bunlardan biridir. İstanbul’un altın boynuzu Haliç donmuş; Boğazda biriken buz kütlelerinin üzerinde yürüyerek karşıdan karşıya geçilmiştir. Kuşlar elektrik tellerinde, tavuklar kümeslerinde kaskatı kesilmişler, İstanbul’un uyanık sokak kedileri elektrik tellerinin altında kuşların aşağı düşmesini beklerken donma tehlikesi geçirmişlerdir.
Her mevsim, meyvesiyle sebzesiyle gelirdi eskiden. Şimdilerde her meyve her zaman bulunuyorsa da, kimi yiyecek içecek mevsimlerin müjdecisi olarak görünürler tezgâhlarda, sokaklarda. Kış müjdecilerinin başında kestane gelir. Soğuklar arttıkça kestanecilerin sayısı da artar. Küçük bir mangalın içinde yanan kömür, kestanecinin hem sobasıdır, hem tezgâhı. Küçük bir de terazi durur mangalın bitişiğinde. Bir kefesinde bir elli gram, bir de yüz gram ağırlık ile. Tam o kadar kestaneyi içine alabilecek iki boy da kesekâğıdı bulunur. Zaten alınacak kestane de bu miktarları geçmez. Doyumluk değil, tadımlıktır. Bir dostluktur… Bir avuca sığmalıdır ki sinemaya girinceye kadar avucu ısıtsın. Kestanecinin el çabukluğuyla kesekâğıdına önce kurtlu kestaneleri koymasını çoğu müşteri görmezden gelir. Ne yapsın kestaneci, kestanenin içinde midir, bilmez ki!..  Kese kâğıdındaki beş kestaneden biri kurtlu çıkarsa kimse bir şey demez de ikisi, üçü çıkarsa geri dönüp değiştirmeye kalkabilir. Bunu bildiğinden kestaneci herkese adil davranır. Elli grama bir kurtlu, yüz grama iki kurtlu kestane hem kimseyi kızdırmaz, hem kestaneciyi zarar ettirmez. Kimi müşteri, proteinli mi kestanen diye sorar. Bu soru hem bir şakayı barındırır; hem de kurtlu kestaneyi bana verme, uyarısıdır. Bir şey değişmez sonunda. Kestanecinin adaletini kimse bozamaz.
Ocak ayındayız ya, ayvaya artık alışıldı. İki üç aydır manav tezgâhlarında, pazarlarda bolca görülüyor. Eskiden, ayva çoksa kış sert geçecek derlerdi, şimdi İstanbul’da bu tahminler de tutmuyor. Elma ve armut da uzun zamandır bizimle birlikte. Mandalina, portakal yaz boyu büyük marketlerde vardı, ama tatları şimdi geliyor. Mevsimlerini buldular çünkü. Anadolu’dan Harem’e ekim kasım aylarında gelen otobüslerden inen tarhana, turşu, salçanın yarısı bitti evlerde. Kışın soğuğunda tarhana çorbası olmazsa olmaz. Yemekten sonra da tahin pekmez ne güzel gider. Küçük çocuklara, sabahları okula gönderirken içirilecek bir fincan pekmez hem güç verir, hem soğuktan korur. Yiyecek, içecek ne varsa bu kış mevsiminde insanı korumaya yarar.
Kış gecelerinde sokaklar eskiden bekçilerden sorulurdu. Düdüklerini çalarak dolaşan, kimi zaman çocukların korkutulduğu, ama filmlerde, öykülerde babacan, dost bekçiler... O düdük sesleri evlerinde rahat uyumasını sağlardı insanların. Bekçilerle bozacıların kimsenin bilmediği dostlukları vardı. Şimdilerde bozacılar yalnız kaldı. Onların da sesini evlerdeki televizyon sesleri bastırıyor. Büyük şirketlerin bozaları marketleri doldurdu dolduralı, kalın kazaklarının üstüne giydikleri beyaz önlükleriyle, ceplerindeki toz tarçınla, sarı leblebiyle kenar köşe semtlere çekildi gecenin bozacıları…
Kestaneciler, kışın geldiğinin müjdecisiyse, bozacılar sertleştiğinin habercisidirler.
İstanbulluları iki kıta arasında taşıyan yolcu vapurları ile motorlarında çay ve kahveden başka, kışın bulunan içeceklerden biri salep, öteki ıhlamurdur. Ihlamur, sonbaharın sonuna doğru görünür. Mevsim değişiklikleri İstanbul’a nezleyle, griple gelir. Tüm kent aksırıp tıksırmaya başlar. O zaman şifalı otların kraliçesi ıhlamur, evlerde, kahvelerde, vapurlarda yerini alır. Salep ise, azalan orkideler, pahalılaşan salep tozu yüzünden, nerede o eski salepler, dedirtecek kadar sulanmış, sütle desteklenmiş, tarçınla tadını bulmaya çalışan bir zavallılıkta da olsa, üşümüş ellere, göğüslere iyi gelir.
Saleplerin, ıhlamurların, çayların, dost sohbetleri, tavla şakırtıları, şakalar, küfürler eşliğinde başka bir tatla içildiği yerler semt kahvehaneleridir.
Kışın kahvehaneler bir başkadır İstanbul’da. Yazın kapı önlerine çıkarılmış sandalyeler içeri alınmış, açık pencereler kapatılmış, sobalar kurulmuştur. Kahvehanenin kömür sobası ara sıra is kokusuyla, kimi zaman üstüne konan mandalina kabuğuyla tam ortada, kara bir güneştir. Sabah erken saatlerde yandaki bakkala ekmek arası peynir yaptıran inşaat işçileri, hamallar, su bardağına doldurulmuş demli çayı sobaya yakın bir masada içip kısa sohbetlerle gün boyu harcayacakları insan sıcaklığını iyice doldurmaya çalışırlar içlerine. Başka türlü günün acımasız soğuğuna, karşılaşacakları bir günlük işverenin nasıl çıkacağı belirsiz yüreğine dayanmak güç olabilir. Onlar gittikten sonra mahallenin emeklilerine sıra gelir. Evde kahvaltılarını yapmış, boyunlarında atkıları, başlarında kasketleri, üstlerinde eski uzun paltolarıyla, kâğıt ya da tavla oynamaya gelmektedirler. Yıllarca sabah erken saatlerde bir işe gitmiş olmak, kahveye de aynı bağlılıkla devam etmeye alışmalarını kolaylaştırmıştır. Bir de evde, benim başımda durma, diyen kadınların kovalamasını yabana atmamak gerekir tabii. Öğle yemeği sırasında emekliler evlerine yemek molasına giderler. Bu arada kahve şöyle bir havalandırılır. Yine de masa örtülerinde sigara yanıklarını yok etmek nasıl mümkün değilse, kahveye sinmiş sigara kokusunu, çay ocağının rutubetini, sobanın isini, havalandırmakla yok etmek mümkün değildir. Akşama doğru kahvehane iyice ısınıp camlardaki buğu arttığında, sabah işe gidenler dönmeye başlarlar. Ya az ilerideki çorbacıda yarım ekmekle bir kâse çorba içmiş, gün iyi geçtiyse bir de güzel yemek yemişlerdir ya da yine peynir ekmeğe talim edeceklerdir. Yorgunluk, birkaç bardak çay içtikten sonra düşmeye başlayan gözkapaklarından akarken yakındaki bekâr odalarına gitmek için kalkarlar. Bu kez de İstanbul’da gün kurtarılmıştır ya, yarına Allah kerimdir.
Bekâr odaları, İstanbul kışlarının en sert geçtiği evlerdir. Sıvaları bile tamamlanmamış yapılarda, ısıtmanın ya hiç olmadığı ya da bir mangalın biraz yakılabildiği, kimi zaman ranzalarla, kimi zaman yer yataklarıyla doldurulmuş en ucuz otelleridir İstanbul’un. Uzak köylerden umutlarla gelinip bir arada olmanın, bir bağlamanın çevresinde yoksulluğu, benzer dertleri paylaşmanın buruk dayanışması vardır bu odalarda. Yazın katlanılsa da, kışın soğuğun, yağmurun, kırık pencere camlarına yamanmış naylonların arasından giren rüzgârın dirençleri kırmaya çalıştığı bekâr odalarında, geceleri kimsenin bilmediği düşler görülür.
Bekâr odalarında kalanların yolları pazarlarda, inşaatlarda, çöp toplarken bidonların önünde kesişir. Çöp bidonlarının yanlarında, sokak kedileri soğuktan, göğüslerini ön ayaklarının üstüne yerleştirmiş, burunları akıntılı beklerler. Çöp toplayanlarla aralarında gizli bir anlaşma vardır. Kediler, çöplerin altlarından çıkan yiyecek artıklarını beklerler çöpçü çocuklardan.
Biraz daha iyi semtlerde yol kenarlarında Çingene çiçekçiler, üst üste giydikleri renkli kazakları ile tezgâhlarına benzerler. Çok soğuk günlerde tezgâhın arkasında ateş yanıyorsa, orada, bir büyük kutunun ya da eski bir çocuk arabasının içinde uyuklamakta olan bir bebek de vardır mutlaka. Çingene çiçekçiler İstanbul caddelerinin renkleri, kokularıdır.
İstanbul, farklı yüzleriyle farklı insanlara farklı bakar. Kimine gülümser, kimine somurtur. Kimine mutluluktan, kimine acıdan çığlık attırır. Çelişkiler kışları artar. Soğuk, İstanbul’un farklı yüzleri arasındaki uzaklığı büyütür.
“…
Kar yağsın, elbette seyrine doyulmaz,
İpek işlemeli perdeler arasından,
Camları kırık pencereden değil!
…”[8]
Çingene kızlarından değil de şatafatlı çiçekçilerden alınan çiçekler, kentin varlıklı caddelerindeki evlere, lüks otellere, galerilere, restoranlara gider. Sabah erken saatlerde balık hallerine gelen balığın en gösterişlisi bu pahalı oteller ve restoranlar için ayrılır. Bundan yüz yıl önce İstanbul Boğazında bir aşağı bir yukarı volta atan kılıç balıkları kaçıp ya egenin açıklarına ya Saroz körfezine gitmişlerdir ve o kadar azalmışlardır ki, yalnızca bu otellerin, restoranların müşterilerine görünürler. İstanbul’un bu büyük turistik otellerinde İstanbul’u yüzeyden “seyretmeye” gelen turistler bulunur. Kış günleri sıcak otobüslerle müzelere bir uzanıp, otellerindeki dükkânlardan ya da hanutçuların götürdüğü yerlerden alışveriş yapar, sıcak ve Boğaz manzaralı odalarına dönerler. İstanbul’un pazarlarını, Eminönü balıkçılarını, meyhanelerini görmeden birkaç İstanbul kartpostalına bıkıp gitmiş olurlar.
Her kent için aynıdır. O kenti tanımak zaman alır, emek ister, ama İstanbul, tanımak için belki de en çok emek isteyen kenttir.
Şubat sonu gelirken cemreler beklenmeye başlar. Cemreler, yeryüzüne düştüğüne inanılan ateşlerdir. İlki havaya düşer, şöyle bir ısınır dünya, ama geçicidir. Biraz daha direnir kış, bir ateş daha düşer, bu kez suya. Dünya biraz daha dirilir, toprağın altında bir kıpırtıdır başlar. Toprak, kendini canlandıracak üçüncü ateşi çeker kendine sonunda. Cemreler bitince kış da bitmiş olur. Sonraki rüzgârlar artık önemsenmez, bilinir ki kuzey yarıküre artık uzunca bir süre kurtulacaktır kışın acımasızlığından.
Karın altındaki tohum harekete geçmeye hazırdır artık.
 
“Ne güzeldi o kış bahçesinde
Güllerin çok derinlerde çalışan uykusu
Sana bir bahar hazırlamak için.
 
Dallar, filizler, eski masal dilberleri gibi
Hüzne ve hülyaya gömülmüş,
Doğmamış çocuklara
Ninni söylüyorlardı sanki.
Ana rahmi gibi sıcak ve yüklü idi hava.
İyi mayalanmış hamur gibi
Gizli nabızlarla atıyordu toprak...”[9]
 
İstanbul’da mevsimleri anlamak için şiir ne kadar gerekliyse, şiiri tamamlamak için de İstanbul öyle gereklidir. Farklı mevsimleriyle, renkleriyle, kokularıyla, rüzgârlarıyla İstanbul, insanı hülyalar içinde yaşatırken, hayatın şiirini de okur kulağına. Duymak için biraz kulak kesilmek gerekir belki, hepsi o kadar.
 
[1] Adil İzci
[2] Cahit Sıtkı Tarancı
[3] Behçet Necatigil
[4] Faruk Nafiz Çamlıbel
[5] Nazım Hikmet
[6] Behçet Necatigil
[7] Behçet Necatigil
[8] Cahit Sıtkı Tarancı
[9] Ahmet Hamdi Tanpınar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder