1 Nisan 2009 Çarşamba




İLKBAHAR / Yusuf Eradam

Yola Düşünce Erguvanlar

Gülse de yüzüm
Bahar beni ararmış
Şerefe hüzün.


Duyduk duymadık demeyin: Başlangıçta Büyük Büyücü yeryüzünü yaratmış, sonra suları, sonra güneşi, sonra da ayı ve yıldızları. Daha sonra da bu güzel toprakların doğasını yaratmış. O zamanlarda (efsane bu işte; zamansa eğer o zamanlar) ne buzlu, ne karlı iklimler yokmuş, zemheri kış da yokmuş. Kimsenin yüzü kestane kavurmazmış, sırtı da boran savurmazmış. Hep baharmış zaman: yabanıl meyveler büyürmüş her yerde ve bu güzel diyarda usul usul akan ırmağa gölgelerini düşüren kocaman ağaçlar varmış. Büyük Büyücü, daha sonra hayvanları koymuş bu ülkeye: Kuşları, böcekleri, çeşit çeşit balıkları. Sonra da, diğer yaratıklarla birlikte yaşasınlar diye insanları yaratmış. Bütün yaratıklar birbirleriyle konuşup anlaşabiliyorlarmış önce. İnsanlar da, hayvanlar da, çünkü hepsinin ortak bir dili varmış ve kardeşçe yaşayıp gidiyorlarmış. Ne güzel, ne özenilesi bir durum, söylence bile olsa. Çadırlarda yaşayan bizon avcılarıymış “köpek” anlamına gelen Cheyenne’ler, usta binicilermiş ve cesur savaşçılarmış. Daha sonradan adına A.B.D. denen bu ülkenin yerlilerinden Cheyenne’lerin yaradılış mitosları belleğini oluşturmuş ama aynı söylenler daha sonra bu güzel ülkeye gelen sömürgeciler yüzünden değişmiş. Kendilerine Tis-Tsis-Tas (insanlar) diyen Cheyenne’ler, Küçük Boynuz'da General Custer'a karşı Sioux’larla birlikte savaşmışlar. Son savaşlardan sonra Kör Bıçak ve Küçük Kurt komutasındaki bir grup, eski av toprakları olan Montana'daki Topal Geyik Rezervasyonu'na doğru efsanevi bir yürüyüş yapmışlar. Güneyli Cheyenne'ler ise Oklahoma’da kalmışlar.

Doğa ile baş başa mutlu mutlu ve kardeşçe yaşayan insanların araları yeni gelenlerin hırsları ile birlikte bozulmuş ve yaşamları yaza, sonbahara, kışa dönüşmüş. Bahar ya da ilkbahar, haliyle huzur, masumiyet, doğuş anlamları ile yüklü olduğu kadar, gözüdoymazların masumiyeti yok etme arzularına da maruz kalmak üzere bekler.

Haliyle ilkbahar insan belleğinde başta uyum ve huzur ve mutluluk olmak üzere, doğanın canlandığı, doğurduğu, çoğaldığı, sevgi ile sarıldığı bir dönem olarak yer almış ve canlanma ile bir tutulup ölüm ile karşıt bir konuma oturtuluvermiştir, belleğimize, dilimize, sözümüze ve yaratıcı edimlerimizin hepsine. Doğanın doğallığını, biricik öznelliğini bilgi diye alan insan, bu bilgi yanılsamasını, ötekileştirme ve dogma illetlerine kanıt gibi kullanmayı akıl edivermiş ne yazık ki, kendi hayatını kışa çevirmek için.

Mor salkımlar dökülür
Kereviz bağlar baharı yaza
Kiraz dalları Boğaz, Adalar…


Kısadır ilkbahar, ömür gibi, haikular gibi. Japonlar da bilir, biz de biliriz. Kıymetini bilmek bu yüzden gereklidir.

“Aaa! Bahar hiç olmadı bu yıl, hemen yaz geliverdi,” demişizdir kaç kez. Oysa bahar hep gelir, geçer; biliriz ama yine de yakınırız bu mevsimin kısalığından. Yakınırken, baharın ayırtına varmadığımızı söylediğimizi sonra anlarız.

Usuldur bahar; bu da usûldendir. Yaz gelince, kentin gürültüsünden, keşmekeşinden uzaklaşmak isteyen herkes gibi, adaları hafta sonları istila etmeye gidenler o yamyamlar gibi ben biraz da yerde bahardan kalma erguvan izlerini düşünerek dolaşırım adalarda. Usulca, ses etmeden gezeyim, gezelim isterim yerinde yeller esenlere saygı ile. İlkbahar öyledir işte, pek durmaz, pek görünmez, ses etmeden süzülen bir albatros gibi görünür, süzülür ve yiter gider. Ancak yokluğunda anımsanır ilkbahar. Yaz gibi arsızca yakıp kavurmaz; kış gibi bizi saltık bir umarsızlık içinde bırakacakmış gibi durmaz; sonbahar gibi duygu sömürüsü yapıp ölmeden önceki son şahikanızı gerçekleştiriniz diye rengârenk yaprakları ile gönlümüzü alıp bizi teselli etme çabasında değildir. Kendiliğinden açar; bakan bakar, gören görür. Göremeyen, bilemeyen onu bir tutam mercimek sanır.

“Bir günde dört mevsimmiş bu şehir diyor Ceza bir şarkısında. “Bırakmam terk etmem, ben gitmem bu şehirden,” diye de bitiriyor şarkıyı. Bir kenti terk etmeyi reddediş, o kentteki bütün mevsimleri kucaklarken bu cesareti ilkbahardan, o doğuşu, canlanışı, varoluş başlangıcını simgeleyen mevsimden almış gibi. İlkbahar, diğer mevsimlerin de güzelliğini anlatmak üzere vardır.

Ben her bahar âşık olurum, diyor Sezen. Ben de öyle. Aynı kişiye ya da başkasına. Ama ilkbahar ile aşk başlangıcı hep birlikte anılır, anılsın da. O birlik beraberliği Sezen’siz yaşamak olası mıdır? Ya da Sezen Aksu’nun da her daim yücelttiği çok kültürlü birlik beraberliği ya da gayri-müslimler ya da yurdumun güzel mozaiğini oluşturan bütün parçalar bir arada olmadan bir şeye benzemeyecek bir İstanbul’da umarım son kez aşığım ben bu yazıyı yazdığımda. Şimdi buradaki aşk, hep son kez olsun diye istenen aşktır. İlkbahar da öyledir. Hep kalsın istenen, ama bile bile lades bir aşktır bu. İlkbahar, yaşama aşkla sımsıkı bağlanmak gerekliğini anımsatıp geçendir. Geçip gidendir. Ömür gibi. Aşkı daim kılmak isteyense, bütün mevsimleri, bütün iklimleri sahiplenir, hepsini göze alır.

Bir aylık ömrü var kerevizin. Bir haftalık ömrü var erguvanın. Bir haiku olsun ömrünüz, bu kez bu bahar, bu aşk daim olsun.

Erguvan bana dediydi: Kimse bilmez. “Yusuf,” dediydi, “kim olursan ol gel diyen geldi İstanbul’a, kimse bilmez. Kim olursa olsun herkes burada Yusuf. Herkes yana yana bu mağrur kentin direnişinde, çorabının kaçtığından bîhaber bu mağrur fahişenin, bu rahm-i ekber kadının ayakta kalışını hayranlık ve saygı ile yaşıyorlar, senin gibi. Her şey ve hiç: İstanbul.”

Retrospektif diyorlar şimdilerde. Değerim, senin hayatıma girişin ile belirlenmiş. Sana aşkla bağlanışımla belirlenmiş. On bir yaşımda beni afallatan İstanbul’da şimdi hep bahardayım, süzüyorum onun değerlerini, bütün güzelliklerini, içreleştiriyorum. Onun bir parçası olduğumu bilerek. Sen İstanbul, seni beklediğimi bildin, bildin de o yüzden beni istemeye geldin Ankara’lara. O güzelim koylarından birinde usul bir erguvanım ben, taşar içimde ruhum, ömrüm, gururum ve çarpar o gururum umarsızca sahillerine, aşındırmak ister gibi mücessem karayı.

Burgaz Ada’da bir sokağın köşesini dönerken beni yanaklarımdan öpen bir hanımelidir ilkbahar. O hanımelinin çiçek açacağı noktaya ulaşana değin kaç kez dolandığını bir ben görürüm, bir de Oruç Aruoba. Erik ve yeni dünya yiyerek hanımeli kokusunun peşinden nice aşklar uğruna hangimiz telef olmadık ki. Ben ben, diyorsanız, yazık olmuş ilkbahara. Yenisi gelecektir, yaşınız kaç olursa olsun kaçırmayınız bu fırsatı. Bakın Oktay Rifat da eşinin elini işte bu tazelenme zamanında nasıl tutuyor:

Ağaçlar çiçekteydi
Türkan sağ beraberimde
İstanbul bahar içindeydi
Kalbim sevda içinde.


Bahar kütür kütür can eriktir, yeni dünyadır. Muşmuladır ya öteki adı yeni dünyanın, of ya, gülmekten ölesim gelir. İlkbahar, ağaçlarında pıtırak çiçekleri açtığında ölmek için en güzel mevsimdir. Çilekler de üşüşüverir dünyamıza. Sevgilinin ağzına pudra şekerli bir çilekle ne yuvalar kurulmuştur. İlkbahar sonuna doğru, mevsimi yaza bağlarken ansızın enginarlar da görünür. Karaciğerin dostu enginar mayıs ayını yaza bağlayan zamanda bir aylık ömrüyle görünür ve yiter gider. Yatılı okulda nefret ettiğim bakla ve dereotu da bu mevsimde hayatımıza can verir. Bedenimize onca eziyet ettikten sonra, taze soğandan, maydanozdan, sarımsaktan medet umarız. Ey ilkbahar, bana bir deva medet!

Yatılı okul mu demişim? Anlatayım. Darüşşafaka’ya ben sonbaharda girdim on bir yaşımdayken. Bu yüzden aile ve değer yitimimi de simgeler sonbahar. İlkbaharı özellikle sevişimin özünde işte bu yitimi yadsıyışım da yatıyor olabilir. Ama Darüşşafaka olmasaydı ben olamazdım diyorum ve o olmazsa olmaz okulda sınıfta ders dinlerken, karnım da aç. Zil çalsa, yemekhaneye herkesten önce koştursam, karavanadaki yemeği kime kime yaparak dağıtmayı bugün, hiç değilse bir gün olsun ben yapsam da yemeğin en güzel yerini bir katakulli ile ben alsam tabağıma. Zil çalar, sınıftan koştura koştura merdivenlerden aşağıya yemekhaneye koşarım. Tıpkı, “Sen kendi boyuna uygun bir arkadaş seçsene!” diye önüme dikilen Coğrafya öğretmenimiz denli güçlü bir koku beni yemekhane kapısında durdurur. Dereotu kokusu. Yemekhanede kaç tane masa varsa o kadar karavana dolusu bakla üzerinde çöreklenmiş dereotunun kokusu benim yemekhaneye girişimi engeller. Ben ilkbaharda dereotu kokusu ve bakladan nefret edişimin sebebini elli yaşımdan sonra anlarım. Antagonizma yaratmaya çalışan yanlış öğretmenimin telkini ile kısa boylu ben ile uzun boylu De Gaulle takma isimli arkadaşım ile boylarımızın uyumsuzluğu, bakla ile dereotu uyumunu hayatımdan çıkarışıma yol açar. De Gaulle ile ben bir daha yakınlaşamayız ve ben bir daha bakla ve dereotu yiyemem. Darüşşafaka’nın o muhteşem demir kapısına yapışıp tam karşıdaki bakkala “Recep Abii!! Peynir ekmek lütfen!” diye haykırışım bu yüzdendir. Bu yüzdendi. Bakla ve dereotu, onca yararlarına karşın, işte bu yüzden hayatımda hâlâ bir yer ve değer bulamamıştır. Coğrafya öğretmenimizle birlikte, hayatımdan onlar da çıktılar.

Burgaz’daki bir faytoncu diyor ki “Hayat güldür güldür!” Baharda ikileyin bol bol, yağmur olur, toz kaldırmazsınız.

Bak şimdi şu yağmurun yaptığına. Hasetlendi yine. Erguvanın üzerine şarlayışını gören, erguvanları Yüzüklerin Efendisi’ndeki Sauron sanır. “Yerle yeksan olsun o güzellik” der gibi yağar bu yağmur. Hasedi batsın. Ama insanız, nankörüz. İstanbul’u sevince, yere düşmüşse erguvan, o yola düşmüşse, bizim de yola koyulma vaktimiz gelmiştir, başka bir güzelliğin peşinden. İstanbul’da olalım yeter.

Huzur serin bir histir. İstanbul’da bahar serin bir duygudur. Yanmadan önce yaşanan serin bir esinti, erguvanlar gibi yola düşmeden önce. Selam olsun bütün aşklarıma, benim için İstanbul şimdi hep bahar. Baharın gülleri açar ya hep, yine mahzun gönlüm ama beyhude de geçmiyor ömrüm, ne yalan söyleyeyim.

Erguvan yola düşer, taş bilir susar, kedi bakar. Baharın gülleri hep açar da Melahat Hanım, Madame Susatska’dan bîhaber, şu besteyi yapar:
Ben gamlı hazan, sense bahar,
Dinle de vazgeç; dinle de vazgeç
Sen kendine kendin gibi
Taze bahar seç, taze bahar seç.


Bahara bakış, insanın yaşına göre değişir. İlk gençlik ve gençlik yıllarında yaşama sevinci ve başlangıçlar muştulayan ilkbahar, orta yaşla birlikte geçici olanın, fani olanın hüznünü de ima ederek gelir. Yitirilmiş olan ne varsa alaycı ayırtılar taşıyarak sunar bütün güzellikler kendilerini. Halbuki her anın, her ruhsal durumun olduğu gibi her mevsimin de geçiciliği, yerini başka bir duruma, mevsime bırakacağı da bir mutlaktır, biliriz.

Dallara su yürüyüp de erguvanlar yola düşünce…

İlkbaharda yağan yağmurun anlamı, sonbaharda yağan yağmurun anlamından farklıdır. Yağmur aynı yağmurdur oysa. Sonbaharda yağan yağmur, bizi ıslatır ve umarsız bırakır. Hele hele pamuk tarlaları üstüne yağmasın istenir sonbahar başında. Oysa ilkbahar yağmuru özlenir, berekettir. Yazın, ya da yaz sonu toplanacak hasatın can suyudur; bunu biliriz. Bu bilgi içkindir ve bu yüzden severiz ilkbaharda yağan yağmuru. O yağmur altında yürümek bu yüzden ayrıcalıktır.

Kış, baharı özler gibi klişeler aslında bizim kıştan kurtulup ilkbaharın gelmesini istediğimizi söyler.

Kobe gülermiş
Kiraz çiçek açarken
Dost eli bahar


Hayatın içinden geçen bir patikada dört mevsim ve nice mevsimler yürüyüp iyi işler yaptım diyerek gitmek, gidebilmek de nihai bir ilkbahar olsa gerektir. Doğuş, yeniden doğuş ya da canlanma ile anılan ilkbahardan söz ederken, döndük dolaştık yine hayal gücünün en büyük kaynağı, itici gücü ölüme geldik.

İlkbahar benim mevsimim. 1 Şubat’ta her yer karla kaplıyken doğurmuş anam beni. Toprak damlı bir evde kış ile, kar ile, karsambaç ile karşılamışım dünyayı. Sıcak, güvenli bir rahimden çıkıp soğuk, tek göz bir evde açmışım gözlerimi bu gezegene. Bahara, güneşe hasretlik ondandır. Soğuk pencereye alnımı dayayıp “Babam ne zaman gelecek?” diye beklerken sinüzit sahibi olmuşum; iki kaşım arasındaki ağrı ancak bahar gelince, bahar ile eşanlamlı sevdiklerim, sevgililerim gelince ilkbahardır hep.

William Shakespeare, 1609 yılında yazdığı 98 nolu sonesinde sevgiliye ilkbaharda hasret çektiğinden dem vurur. Bahar, her şeye gençliğin cıvıl cıvıllığını aşıladığı zamanda bile sevgili yoksa o sevgili kış ile eşdeğerdedir. Belki o sevgilidir işte, Wallace Stevens’ın “kış beyinli” dediği; odur belki bembeyaz karların ötesindeki hiçliği göremeyen.

Döşeğimde ölürüm umarım; ölürken de tüm yaşamım boyunca kimlere âşık olduysam (beni sevenler, bana âşık olanlar değil) kimleri yürekten sevip canımdan bildiysem, onlar bahar dalları gibi yanımda beliriverseler; göğsümün orta yeri kimler için yandıysa, eminim çoğu sürpriz yüzler olurdu. Bu konuda, son dileğimle ilgili fantastik bir öykü yazayım en iyisi.
Plath gibi, “aşkım aşkım, mevsimim” ilkbahar (“Haberciler”). Bu yüzden belki de uçasım gelir bir de; ilkbahar ise mevsim, uçabileceğime inanırım;
Şairlerden dem vurduysak eğer, e.e. cummings’in “Bahar bir belki el gibidir” şiiri mutlaka gelmelidir hatıra.


bahar (hiçbiryer’den

çıkıp gelen) insanların
baktığı bir camekânı
yerleştiren (insanlar hayretler
içinde bakarken yerleştiren ve
değiştiren, şuraya yabancı bişi
ve buraya tanıdık bişi koyan)
ve her şeyi özenle değiştiren

bi-belki-el gibidir

bahar camekânın içinde (Yeni
ve Eski şeyleri özenle
ileri geri taşıyan, insanlar
hayretler içinde bakarken,
bi-belki-yüzdesini
çiçeğin buraya taşıyan,
şuraya da bir santim
hava koyan) ve
hiçbişeyi kırmayan

bi-belki-el gibidir.

O belki el, James Dean’in özdeyişindeki narin ama güçlü kişinin elidir. Şöyle demiş kültleşmiş, ikonlaşmış oyuncu: “Hayatımda incelikli olmak yürekliliğini bulmaya çalışıyorum. Vahşi insanların zayıf insanlar olduğunu biliyorum; nazik insanlardır, gerçek anlamda güçlü olabilmişler.”

Nevruz, ilkbahar’ın muştucusu, az kalsın altı yaşında beni bu güzelim yaşamdan alıp götürüyordu. Komşu mahalledekilerin ırmağa bereket dileyerek attıkları sebze ve meyveler bizim mahalleye geldiğinde ırmağa eğilip toplamaya çalışırken doğayı, düşüncelerle daha sonra dolup ağırlaşacak başım yüzünden suda buluvermiştim kendimi. Yazgının ne güzel cilvesidir ki yaşayacaklarım da varmış, çekeceklerim kadar. Şu haikum bunu dile getirir:

Su bulutmuş ya
Bağışlayan mevsimde
Sonsuzmuş aşk.

Nükhet duru’nun sesinden dolaşırım hüzünler içinde, erguvanlar arasında, yine de sevinçliyimdir beni sararken melankoli: “Ne kış ne yazı isterim, ne bir dost yüzü isterim, hafif bir sızı isterim, ağrılar sancılar gelir…” Cenk Taşkan, Mehmet Teoman bu yüzden unutulmazdırlar. Nükhet de onların kendisine bahşettiği ölümsüzlük ödülünü yüzünde hep bahar yaşamak istercesine estetik müdahalelerle tazeleyerek sunar bizlere. Popüler sanatçıların baharları bize bu yüzden hiç yabancı gelmez, özlem, hasret ve haset bağlantılarında; biz sonbaharımızı, kışımızı yaşarken bile, onlar bize hep baharı anımsatırlar.

Aşkın hafif sızısı ilkbaharda sarar her yanımı. Ağrılar sancılar sonraki mevsimlerde gelir. Tıpkı Kim ki-duk filmi Nefes’te olduğu gibi. Hayatı şimdi ve burada kıştan ibaret diye görüyorsanız eğer ve eğer sürdürüyorsanız o hayatı sunulduğu gibi, o kışta kartopu oynamayı ya da kardan adam yapmayı da bilmek gerek; o kardan karsambaç yapmak da gerek ya da Wallace Stevens gibi bakıp bakıp da taraz taraz karlar içindeki ladinlere, bu bembeyaz örtünün arkasında neler var neler diyebilmek de gereklidir.

İlkbaharın yaşam simgeleyen dalları budakları, çiçeklerinden kelebeklerinden oluşan resmine bakıp da melankolik olmam ancak bu yüzdendir. Bu örtünün arkasında neşe ve yaşam sevincinden daha derin bir soluk çarpar beni. Edip Cansever’in yaşamak için alarm seslerini duyduğu mevsim bu, kiraz dallarından, geçen bir buluttan. Ancak ilkbaharda, insan kendisini hayata, yaşamaya bu denli yakın hisseder ki bu yaşam sevinci, bu coşku kimi zaman ölmek için de en iyi mevsimin bahar olduğunu ima eder.

İlkbahar gelince İstanbul’a, Boğaz’da erguvanlar düşer ya yollara, ben başka mevsim yaşamıyorum. Sevinci ile, hüznü ile, İstanbul artık hep ilkbahar. Louise Aragon’un “Bir Sürekli İlkbahar”ı gibi. Ebrulara işlenen ilkbaharım benim, memnu idi, su tutmazdı.

Saint-Saens “Printemps qui commence” adlı parçasında yanıtlıyor beni Samson ve Dalila’dan: Umut ve aşk zamanıdır, ümit ettikçe var olacağız, ah o sevgili ne güzel, kalbim ah kalbim, baharda bitecek, biliyorum… ölmek için en güzel mevsimdir ilkbahar.

Donar kalırım ya da coşar giderim. Sezen’in “Kutlama” adlı şarkısında da dediği gibi “Seninle baharı kutlamaya geliyorum.” Bu da böyle bir latife olarak kalsın. Anlayan anlasın, gerisi bir tutam mercimek sansın.

Yola düşünce erguvanlar baharında İstanbul’un, aklıma daha deyiveremediğim neler düşer neler…

Son zamanlardaki adetim gereği, bir başka haiku ile toparlayayım sözümü:

Baharlı Haiku

Uyku öncesi
Sesinin baharları
Tenimde hardır.