31 Mart 2009 Salı

SONBAHAR / Mario Levi

Sonbaharı İstanbul’da Yaşamak

Bana çocukluğumun sonbahar günlerinden kalan, hiçbir zaman unutamayacağım bir göç fotoğrafı vardır. Dönüş vakti gelmiştir artık. Tabii aynı zamanda bir başka ayrılık vakti de...
İstanbul’un Asya ile Avrupa yakaları arasındaki bölünmüşlüğünün çok daha derinden hissedildiği günlerdi o günler. Köprüler henüz hayatlarımıza girmemişti. Şehir bugünkü kadar büyümemiş, farklılıklarını yitirmemişti, denizine böyle küsmemişti. Hatırlamaya başlayınca gözlerinin önüne neleri ve kimleri getirmiyor ki insan...
 
Önce Yaz Vardı
O çocukluk günlerimde Şişli’de yaşardık. Aslında Şişli’yi yaşardık demek daha doğru galiba... İfadedeki bu ince ayrıntıyı hep sevmişimdir. Belki de bu yüzden İstanbul’da yaşamakla İstanbul’u yaşamak arasında bir fark vardır demişimdir hep. Nasıl böyle hissetmem ki... Okuduğum okullar bu semtteydi. Arkadaşlıklarımın, kaygılarımın, kırgınlıklarımın, sevinçlerimin, sokak oyunlarımın, futbol heyecanlarımın, kaçak yaşamalarımın birçoğunu bu küçük coğrafyada doğurdum. Benden ilk duygusal fırtınaları, yangınları uyandıran sinemalarımı, tiyatrolarımı, sokaklarımı, muhallebicilerimi, mezecilerimi, balıkçılarımı, Pazar yerlerimi ve ev içlerimi de... Duygusal iklilimi inşa eden öteki semtlere de hep buradan gitmiştim. Feriköy, Kurtuluş, Osmanbey, Nişantaşı, Teşvikiye... Dolmabahçe Stadı’ndaki futbol maçları... Sadece bu kadarıyla kalmıyordu. Yaz göçlerinin de başladığı yerdeydim aynı zamanda. Bittiği yerde de... Oraları yaz aylarında bugünkünden daha çok terkedilmişliğe bırakılırdı. Gidenler arasında biz de vardık. Okulların kapanması ve Haziran ayının gelmesiyle birlikte, nerdeyse üç ay süresince kalacağımız, mevsimliğine tuttuğumuz Erenköy’deki, Kantarcı’daki, Suadiye’deki, Plajyolu’ndaki ya da Caddebostan’daki o evlerden birine gitmeye hazırlanırdık. Ne hazırlıktı ama... Göç için tanıdık nakliye şirketlerinin işi çok iyi bilen elemanları çağrılırdı. Evin en değerli eşyaları arasında yer alan buzdolabı, çamaşır makinası, sonraki yıllarda da siyah beyaz televizyon özenle bettaniyelere, ya da battaniye gibi kalın kumaşlara sarılır, yazlık eve taşınırdı. Vapurla elbette... İki yaka henüz karayoluyla birbirine bağlanmamıştı ya... Bu eşyaları taşırken, çok önemli bir aleti de kesinlikle unutmamak gerekiyordu ama: transformatör!.. Avrupa yakasında elektrik akımı 110, Asya yakasındaysa 220 volttu ve o değerli aletlerin çoğu hayatın daha çok geçtiği Avrupa yakasına göre yapılmıştı çünkü.
“Karpuz kabuğunun denize düştüğü” günlere gelmiştik. Yaz aylarını benim gibi sabırsızlıkla bekleyenlerin büyülü cümlelerinden biriydi bu. Denizin bizi o plajlarıyla, sıcacık kumuyla beklediğini hatırlatırdı çünkü. Kadiköy’den Pendik’e, hatta Tuzla’ya kadar uzanan sahilin plajlarla dolu olduğu olduğu bir İstanbul’u düşünebiliyor musunuz?.. Tabii denizle ve deniz için yaşananlara sadece geceleri, hava karardıktan sonra gidilebilen yazlık sinemaları da, öğle sonralarının, akşamların dondurmalarını da eklemek gerekiyor. İşte bir fark daha: dondurma bu şehirde sadece yaz aylarında yenirdi, bu nedenle de hep yazı hatırlatırdı. Bugünküler kadar iyi, lezzetli değildi o günlerin dondurmaları doğrusunu söylemek gerekirse. Gelgelelim başkasını bilmeyince, elindekinin keyfine varmayı da bilebiliyordu insan. Hele hele bir de çocuksanız... Mahalleye o öğle sonralarında beyaza boyanmış tahta el arabasıyla gelen, beyaz giysili dondurmacının yolunu gözlüyorsanız. O gün daha büyük bir dondurma almak için annenizden veya bir büyüğünüzden fazladan bir harçlık koparabilmişseniz... Aradan yıllar geçtikten sonra bir yerde, bu dondurmaların Uludağ’dan getirtilen karla yapıldığını okudum. Bu kara limon, şeftali, kayısı, çilek, çikolata aromalarıyla boyaları katılıyormuş. Doğru mu?.. Bilmiyorum. Ancak burada durmak bana yetiyor. Hikâyelerle nefes alıp veren insanların yaşadığı bir dünyaya aitim ben de sonuçta...
 
Şehrin Kalbine Dönmek
Sonbaharın göç fotoğrafı bu zamanları da barındırıyordu işte... Hüzün de buradaydı, buruk sevinç de... Sevinçteki burukluk sadece o evlerin bahçelerinin bir kez daha bırakımaya zorunlu kalınmasından kaynaklanmıyordu elbette. Tatil zamanının bitmesi ve okulun tekrar başlaması karşısında hangi çocuk sevinç duyar ki... Hele hele bir de benim gibi okulla hiçbir zaman barışmamış bir çocuksanız... Yaz günlerinden bir şeyleri biriktirmişsinizdir bir kez daha. O şeyleri nasıl adlandırabilirseniz, adlandırmak isterseniz artık... Bir başka deyişle okulda yeniden karşılaştığınız arkadaşlarınıza anlatacaklarınız, göstermek istedikleriniz vardır. Belki de onlara gösteremedikleriniz, söyleyemedikleriniz... Okulun soğukluğuyla, her anlamdaki soğukluğuyla bir daha karşılaşmanın kırıklığı, iç burkuntusu... Ya yaşadıklarınızın sadece sizde kalmasını tercih ediyosanız?.. Yaz aylarından en çok hep kaçmaya, kurtulmaya çalıştığınız yalnızlıklarınızı getirmişseniz?.. Yalanlar, kaçışlar, yan çizmeler... Bu yalnızlıklardan yıllar boyunca bir lanetten kaçarcasına kaçtım. Onların bana gösterdikleriyle yüzleşmemek, karşılaşmamak için elimden geleni yaptım. Sonbaharın hüznü kişiliğimi inşa edecek kadar güçlüydü bu nedenle.  Kaderimin bana yaşattığı gerçeği buruk bir gülümsemeyle hatırlıyorum şimdi. Duyduklarımın beni içten içe, ne zaman bitirebileceğimi hâlâ bilemediğim bu uzun ‘yazı’yı yavaş yavaş hazırladığını nerden bilebilirdim ki?.. Artık kaçmıyorum, dahası o günlere dönebiliyorum. Yazabiliyorum çünkü. Yazabilmek için kaybetmek, daha da önemlisi kaybetmeyi öğrenmek gerekiyormuş demek...
Şehrin sonbaharları, tıpkı ilkbaharları gibi, bugünkünden daha mı uzundu?.. Sorunun cevabını hemen veremiyorum. Evet diyesim geliyor ama, pek de emin değilim doğrusu. Belki bu da bir yanılsamadır. Geçmiş bazen insana, aslında yaşandığından daha güzel görünür ya... Ben çocukluk yıllarıma da, gençlik yıllarıma da hiçbir şekilde dönmek istemediğimi defalarca söyledim. Asıl önemlisi, o yaşananlardan hikâyeler çıkartabilmekti. Şimdi de öyle... Belki de İstanbul’un çoktan tarihe karışmış bazı yüzlerini gördüğüm, içselleştirebildiğim için talihliyimdir. O sonbahar günleri, yağmurlar henüz şehre düşmeye başlamışken, biz artık yazlık evlerimizden ‘şehre’ dönmüşken, o Pazar günlerinde paylaşılanların hatırlattıkları da bana çok dokunur bu nedenle. Pazar sabahlarının Şişli’den Boğaz gezmelerine gitmekle de anlam kazandığını Orhan Pamuk’un “İstanbul” adlı kitabında okuduğumda çok duygulanmıştım. Ne kadar da benzer deneyimlerden geçmişiz. Bizim kuşağın kaderinde böyle küçük şehir yolculuklarıyla, bu yolculuklarda sözü edilmeden paylaşılan yalnızlıklar mı vardı?.. Bilmiyorum. Ancak o sabahlarda oraya gidişlerin bana verdiği heyecanı iyi hatırlıyorum.
 
Bir İklimin Rengi
İstanbul’un renginin, bendeki en anlamlı renginin mavi olduğuna, bu görüntüleri hatırladığımda, daha çok inanırım. Maviliği veren denizdi elbet. Oralarda farklı yazlıklardan, o günlerdeki adıyla sayfiye yerlerinden dönmüş tanıdıklara rastlamaksa aynı şehirde, aynı iklimi paylaşma, soluma anlamındaydı. Her görüntünün bir başkasını çağırması kaçınılmazdır artık. Bu şehrin sonbaharının en güzel taraflarından biri de nedir bilir misiniz?.. Balık avlanma yasağının bitmesi... Bir başka deyişle mevsiminin başlaması... Yeter ki her geliş, ya da dönüş sıralı olsun... Önce palamut gelmeli. Çingene palamutu, palamut, zindandelen, torik... Nereye mi gidiyoruz?.. Lakerdaya tabii... Ama yavaş yavaş, sıralı, mutlaka sıralı, dediğim gibi... Beklenmedik bir lüfer akının palamutu kaçırması işten bile değildir çünkü... Dikkatinizi çekmek isterim. Onlar da göç balıklarıdır. Tıpkı bize çirozu veren, ancak artık bu sularda nerdeyse görmez olduğumuz uskumru gibi...
İstanbul bir göç şehridir, evet. Tarih bu gerçeği bize fazlasıyla göstermiştir. Şehir de bu yüzden hüzünlüdür aslında. Hele hele herkesin farklı göçünü yaşadığı sonbaharda...
Göçler ve hatırlattıkları... İnsanlar gider. Kimileri döner, kimileri dönmez. Mevsimler gider, yenileri gelir. Ama asıl önemlisi, bizi en çok yaralayanlar o ruh göçleri değil midir?.. Galata Kulesi’nin terasından Haliç’e bir sonbahar akşamında baktığınızda, hava açıksa eğer, güneşin batışından hemen sonraki laciverdin nasıl da eşsiz, benzersiz bir lacivert olduğunu görebilirsiniz. Bu benzersizliği doğuran nedir?.. Yanıtları şehrin tarihi saklar. Bu tarihle yaşamak da, yüzleşmek de sizin elinizdedir. İstanbul o zaman İstanbul’dur çünkü. Karanfillerin artık eskisi gibi kokmamasından kaç insan acı duyuyor?.. Kim bilir... O koku ne çok insanı birarada tutmuştu oysa... İstanbul’da sonbahar hâlâ güzel, diyordu bir şarkı.
İstanbul’da sonbahar hâlâ güzel... Yaşamaya veya yazmaya devam eder miydik öyle olmasaydı?.. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder