31 Mart 2009 Salı

YAZ / Nemika Tuğcu

Taşrali Kiz
Sabah serinliği…Mor salkımlarla örtülü çardağın altındayım. Birazdan hafif bir rüzgâr çıkacak, denizin üstünü örten sis aralanacak, Beylerbeyi Sarayı’nın, uzaklardan, karşı kıyıdan Topkapı Sarayı’nın, Ayasofya’nın, Yeni Cami’nin, Beyazıt Kulesi’nin, Galata Kulesi’nin  silueti görünecek. Günün ilk sesleri başlayacak; ilk otobüsler Havuzbaşı’ndan kıvrılıp Beylerbeyi’ne doğru gidecek ve ağaçların arasında kaybolacak; ilk vapur bacasından siyah dumanlar salıp gelişini haber vermek için iskeleye yanaşmadan iki uzun düdük öttürecek.  Parke taşların üzerinden vapura koşanların ayak seslerini duyacağım. Geç kalanları uyarmak için iki kısa düdük öttürecek kaptan. Yetişemeyenler, uzaklaşmakta olan vapurun arkasından hayıflanacaklar. Kimi Üsküdar dolmuşunun kuyruğuna girecek, kimi de bir sonraki vapuru bekleyecek. Sis kalkacak, güneş daha çok ısıtacak. Hava ısındıkça çiçek  kokuları yoğunlaşacak.

7.30 vapuru Beylerbeyi iskelesine yanaşırken ben de yokuştan aşağı ineceğim. Kalaycı Salih Efendi, dükkânına doğru yürürken penceresinin önünde ilk sigarasını ve çayını içen berber Nuri Bey’e, “Sabah şerifleriniz hayrolsun”, diyecek., Dükkânını çoktan açmış olacak Helvacı Osman;  kasap Muammer beyaz önlüğünü takmış, ”Uğurlar olsun” diye seslenecek geçenlere. Fötr şapkalı adamlar, çantaları ve ayakkabıları döpiyeslerine uygun şık hanımlar, uyku mahmurluğunu atamamış öğrenciler, ellerinde çantalarıyla hızlı hızlı iskeleye doğru yürüyecekler. Uykularını çoktan yitirmiş, Çınaraltının yaşlı müdavimleri yün kazaklarının üstüne giydikler ceketlerinin yakasını kaldırıp, ellerinde sigaraları, geçip giden ömürlerinin muhasebesini yapacaklar. Kediler kıyıda yerlerini almış, ilk gelen sandaldan kısmetlerini bekleyecekler. Sabah gazetelerini almak için büfenin önünde, bilet almak için gişede kuyruğa girenler selamlaşacak… Vapura binip, okulun yolunu tutacağım ben de…

Kitabımın üzerine mor salkımın solgun çiçeklerinden biri düşüyor, bir daha, bir daha…

Yıl, 1963. Mevsim, bahardan yaza dönüyor. Onlarca belki yüzlerce bitki topraktan başını uzatmış, buram buram İstanbul kokuyor her yer.  Kabıma sığamıyorum. Okulun son günleri; ders çalışmak için erkenden indim çardağın altına. Ne mümkün!…En küçük bir kıpırtı, bir ses caydırıyor beni. Minnoş, bahçede bir tek kertenkele bırakmayan avcı kedimiz kucağıma yerleşiyor. Tüylerini okşuyorum; şarkısını söylüyor mrıl mırıl.

Okuduklarımdan bir şey anlamıyorum; dahası ders çalışmak istemiyorum. Okulu sevmiyorum; öğretmenleri de sınıf arkadaşlarımı da. Coşkun, taşkın bir ırmak gibiyim. Sevincim bir anda hüzne, karamsarlığa dönüşebiliyor. Okuduğum romanlarda, öykülerde yaşıyorum. Onların başkahramanıyım. Yaşım on yedi…

Adile Sultan’ın Sarayı’nda okuyorum ben. Sultan Abdülaziz’in kız kardeşi Adile Sultan’a armağan edilmiş görkemli bir yapı.. Ön cephesindeki iki mermer merdivenle girilen okulun yüksek tavanlı geniş derslikleri, kristal aynalı muhteşem salonları var. 1856’da mimar Sarkis Balyan tarafından yapılmış. Öğrencilerin çoğu bilmiyor bunu.

Ders yılı başladıktan iki buçuk ay sonra geldim bu okula. Lisenin son sınıfını Kandilli Kız Lisesi’nde, kuzenlerimin de okuduğu bu okulda okuyacağım. Öyle sevinçliydim ki!

Babamın İstanbul’a tayini çıkınca, kışları çok soğuk, yazları çok sıcak geçen kurak bir Anadolu kentinden, Kayseri’den, yağmurlu bir kasım ayında geldik İstanbul’a. Ben çok küçükken ölen, hayal meyal hatırladığım belki de çok anlatıldığı için hatırladığımı sandığım  büyükbabamın Çengelköy’deki köşkünün selamlığına yerleştik.

“Lodosun gözü yaşlıdır” diyordu büyükler. Aylarca süren lodos ve arkasından gelen yağmurlar hiç kesilmedi bahara kadar.. Her yıl yaz aylarında geldiğimiz için bu kentin tek bir mevsimini, o büyülü, olağanüstü yazını yaşıyordum yalnızca. Oysa bu kentin sonbaharı, arkasından gelen kışı ve ilkbaharı vardı. Onlarla yeni tanışıyordum.

Sürme pencerelerin aralıklarından, taban tahtalarının arasından giren rüzgâr evin içinde dolaşıyordu. Sobalar tütüyor, her taraf duman oluyor, pencereleri açınca da ev buz kesiyordu. Böyle günlerde mangal yakıyor, kömürler kor olunca odaya alıp etrafına diziliyor, yatmadan az önce de yangın çıkma olasılığına karşı dışarıya çıkarıyorduk. Dam aktarılmadığı için yağmur kiremitlerin arasından sızıp en olmadık saatte, çoğunluk geceyarısı uykumuzdan ediyordu bizi. Leğenler, kovalar, yetmezse aşure tencereleri habire dolup boşalıyordu.

Büyükler hoşnut olmasa da biz çocuklar için eğlenceli bir telaştı bu. Kimse görmesin diye mutfak kapısından dışarı çıkıp şimşeklerin havada çizdiği zikzaglara bakıyordum, birden gündüz gibi aydınlanıveren sonra simsiyah gecede kaybolan köşk, ağaçlar,  bir film karesine dönüşüveriyordu hemen. Adam akıllı ıslanıyordum.

Kışın başka semtlerde oturdukları için amcalarımın, halamın, babaannemin ve çocuklarının yaz başında geldikleri köşk, onlar gelinceye dek yalnız bir yaşlı adam gibi ıssız ve ürperticiydi. Birkaç ay sonra kalabalıklaşacaktı. Her pencereden bir baş uzanacak, bahçede yemekler yenecek, plaja, bahçe sinemalarına gidilecek, plaklar çalınacak, kuzenlerimle küçük partiler hazırlayacağız;  dans edilecek, belki aramıza yeni arkadaşlar katılacak büyükler izin verdiği kadar.

İstanbul’a temelli gelmeden önce yazın bir bölümünü Kızıltoprak’ta fıstık çamlarının gölgelediği bir köşkün alt katında kiracı olan büyük dayımın evinde geçiriyorduk.. Teyzelerimi, yengelerimi, küçük dayımı, çocuklarını toplayıp adalara, Caddebostan Plaj Gazinosu’na, Fenerbahçe’ye, Kalamış’a götürüyor büyük dayı.

Gencecik dul kalmış, siyahlar giyinmiş, şapkasının tülüyle yüzünün yarısını kapamış güzel bir Rum kadına hayran hayran bakarken, tramvayda kalıyorum. Küçük dayım bir sonraki durağa kadar koşup beni indiriyor. Annem, “Koskoca kız oldun, kendine sahip çıkamıyorsun hâlâ” diyor. Sırça kalbim kırılıyor, dahası utanıyorum.

Hovarda bir adam olan büyük dayı Çamlık Plajı’na götürüyor hepimizi, akşam kadar denize giriyoruz, güneş kırmızı bir top haline dönüşüp denizin içine yuvarlandığında yemeğimizi yiyoruz. Hava iyiden iyiye karardığında kocaman bir tekne yanaşıyor rıhtıma. Deniz kenarından topladığım şeytanminarelerini, denizyıldızlarını koyduğum küçük torbaya sımsıkı  yapışmışım; biniyorum tekneye. Ayın denizdeki parlak yolundan Büyükada’ya gidiyoruz. Küçük dayım yakamozları gösteriyor; o gün öğreniyorum denizin sırlarını.

 Öyle sevinçli, öyle coşkuluydum ki Çengelköy’e taşındığımızda; bahçedeki yabani kereviz yapraklarını, çam dallarını, kahverenginden kızıla dönmüş kuru ortancaları toplayıp vazolara koyuyordum, annemin, “kızım bunlar ot, çiçek değil” demesine aldırmadan. Artık bu kentin dört mevsimini de doya doya yaşayacak, sırtını Kandilli Korusu’na vermiş bir okulda, hem de , görkemli bir sarayda okuyacaktım.

Okula vapurla gidiyorum. Çengelköy’den Arnavutköy’e oradan –artık iskelesi kullanılmayan - Vaniköy’e sonra tekrar karşıya geçip Bebek’e, oradan da  Kandilli’ye geliyor vapur. Robert Kolej’in, Arnavutköy Kız Koleji’nin bazı öğrencileriyle öğretmenlerimiz de bu vapurda. İstanbul’da bir yakadan diğerine vapurla gidiliyor hep. Lodos olduğu günler vapur seferleri gecikiyor, fırtına şiddetlenirse kaldırılıyor..

Okula ulaşmak için iki yol var. Biri, bir sıra ahşap evin bulunduğu dik, kısa bir yokuş, diğeri basamaklarla çıkılan uzun bir yokuş. Ben büyük ahşap köşklerin olduğu uzun yoldan gitmeyi yeğliyorum çünkü her basamakta Boğazçi biraz daha önüme seriliyor. Adile Sultan Sarayı’nın çoğu yıkılmış eski taş duvar kalıntılarından ayakta kalabilmiş bir parçasında yıkılan taşlar doğal bir pencere oluşturmuş. Bazen onun içine girip oturuyorum, seyrediyorum Boğaz’ı.

Çoğunluk derse geç kalıyorum. Kapıda duran şişman, yaşlı bekçi beni öğretmen zannediyor. Büyükler kendi aralarında genç irisi diyorlar benim için. Alçak sesle konuştuklarını zannediyorlar.

Sınıfın en arka sırasında oturuyorum. Pencerelerden birinden korudaki ağaçlar, diğerinden Boğaziçi görünüyor. Arnavutköy, Bebek Koyu, Âşiyan Mezarlığı, Tevfik Fikret’in evi, Rumelihisarı, Emirgân…Rüya gibi.

Toprak ısınınca, ilkin mineler başını uzatıyor, sonra papatyalar ve nergisler açıyor. Bahardan yaza ne zaman geçiyoruz anlamıyorum. Boğaz, pembeye boyanıyor hızla;  erguvanların ömrü çok kısa, dökülüveriyorlar. Leyleklar da aceleci; mor ve beyaz açıyor, kokularıyla bahçeleri şenlendirip gidiveriyorlar. İlkyaz içimi ısıtıyor, coşturuyor beni. Günün her saati, güneşin her açısı İstanbul’u değiştiriyor.

 “Taşralı bir kız” ım okulda. Sınıf  arkadaşlarımın çoğu ortaokula birlikte başlamış ve son sınıfa kadar gelmişler. Çalışkanı, tembeli, çift dikiş gideni, yaramazı, uslusu ..Birbirlerini iyi tanıyorlar. “Taşralı Kız”la konuşmuyorlar pek. Kendi arlarında oluşturdukları gruplara girmeye çalışıyorum, olmuyor; hepsi cahil.. Panait Istrati, Yaşar Kemal, Orhan Kemal diyorum edebiyat dersinde; öğretmenimiz “müfredatta yok bunlar” diyor. Sevdiğim müzik parçalarını yazıyorum karatahtaya. İçten içe böbürleniyorum, küçümsüyorum kızları.

“Kim yazıyor bu saçmalıkları?”

Küsüyorum.

Bir sabah Bebek’te iniyorum vapurdan. Okula gitmemeye kararlıyım. İskeleden çıkıp yürüyorum ama içim rahat değil. Bir gören olursa?… Hem nereye gideceğim?

Çaparilerine yem takmaya çalışan balıkçiları geçip Aşiyan’a doğru yürüyorum, mezarlığının yanındaki yoldan yukarı çıkıyorum. Hava güzel, etrafta kimseler yok. “Müze” tabelasını görünce sapıyorum, yavaş yavaş çıkıyorum merdivenleri. Yolun kenarındaki bir taşın üzerine oturup denizi seyrediyorum. Öyle sessiz ki burası, yemyeşil bir gizli bahçe…” Beni kimse görmez burada” diye tekrarlıyorum içimden, endişelerim azalıyor. Kitabımı açıyorum; Genç Werther’le baş başayım.

Bu kez romanın kahramanı değilim ama kahramana âşık oluyorum. Werther’in Lotte’ye duyduğu umutsuz aşk, beni sarıp sarmalıyor. Aşk böyle olmalı işte diyorum; yakıp kavurmalı. Gün batarken denize vuran, pencerelerde yansıyan güneş Werther’in ölümünü düşündürüyor. Geceleri sessizce odamın penceresinden çıkıp bahçede dolaşıyorum. Bitmesin diye yavaş yavaş okuduğum kitabı göğsüme bastırıyorum Werther’e sarılıyorum, onun acısını duyuyorum içimde. Böyle bir aşkın ölümle sonuçlanmasına dayanamıyorum. Werther beni yerden yere vuruyor.

Böyle bir aşk var mıdır?

Küçüksu Kasrı, Göksu Deresi, Anadoluhisarı karşımda. Mehtaplı gecelerde Göksu Deresi’ne kurbağa sesi dinlemeye gidilirmiş eskiden sandallarla. Gözlerimi kapatıp bunun nasıl bir eğlence, nasıl bir keyif  olduğunu hayal etmeye çalışıyorum. Biri merdivenleri çıkıyor yavaş yavaş. Her basamakta bastonun sesini duyuyorum. Tık…tık…tık…Biraz aşağıda Nigar Hanım’ın köşkü var. Şair, Nigar Binti Osman. Bu yaşlı adam oraya gelmiş olmalı.

Baston, oraya gitmiyor, yaklaşıyor. O halde müzeye geliyor o da.

“Müzeyi gezmek iyi, müzelik olmak fena…”

Gözlerimi açmıyorum geçip gider diye. Yaklaşıyor…

”Günaydın!” diyor bastonlu adam.

 Fırlıyorum yerimden, kitaplarım yere düşüyor. Müze müdürü Vecdi Bey karşımda! Aynı semtte oturuyoruz. Babamın ilkokul öğretmeni; kuzenlerimin de!

Ne yapacağım şimdi? Bu rastlantıdan daha büyük bir şanssızlık düşünemiyorum. “Günaydın!” diye geveliyorum. Hazıroldayım.

Vecdi Bey yüzüme bakıyor, sonra okul kıyafetime, kitaplarıma. Ben de ona bakıyorum, bir şey sormasın, diyorum içimden; ya da ben kaybolayım.

“Hadi beraber çıkalım” diyor. “Tevfik Fikret’i anlatayım sana, ödevini daha kolay yaparsın!”

Evet, ben Tevfik Fikret için ödev hazırlamaya geldim. Öyle ya! Ödev…Rahat bir nefes alıyorum.

İçeri giriyoruz. Bir görevli şapkasını ve çantasını alıyor Vecdi Bey’in. Önce çay içiyoruz. Sonra müzeyi dolaşıyoruz. Fikret’in üst kattaki odasına çıkıyoruz. Pencereyi açıyor Vecdi Bey,,,İlkyaz içeri doluyor. Küçüksu Kasrı, Göksu Deresi tam karşımızda. Salkımlarla sarmaş dolaş hanımelleri  ikinci kata uzanmış. Bahçede güller, kartopları, susamlar var. Kuş sesleri geliyor. Fikret’ten şiirler okuyor Vecdi Bey:

Siz, bir lâtif hâyalsiniz, bir güzel hâyâl

Hava lâtif, deniz rakid, âsuman mahmur

Edebiyatı Cedide yazarlarına geliyor sıra …Zamanın nasıl akıp gittiğin anlamıyorum; çok şey öğreniyorum. Akşam oluyor.

Hiçbir şey sormuyor, evdekilere selam göndermiyor, “Yine gel kızım” diyor. Vecdi Bey beni uğurlarken.

Merdivenleri koşarak inip Bebek iskelesine yürüyorum…

 
Okuldan ilk kaçışım…Son olmuyor. Önceleri herkesin üstümdeki okul formasını görünce “kaçak” olduğumu anladıklarını sanıyordum.  Sonra ben de unuttum okuldan kaçtığımı ve bunun ne kadar eğlenceli olduğunu fark ettim. Haftanın birkaç günü gitmem gereken yerlerdi oraları. Özellikle sınav olacağımız günler.

Önemli bir sorun, gerçek bir sorun var ama.  Okula gitmediğimiz günler için “mazeret mektubu” götürmek zorundayız. Veli’m her seferinde “Annenin haberi var mı?” diye soruyor. “Var” diyorum. Bu sözüm yeterli oluyor çünkü Ziyaver öğretmen, yani Ziyaver Teyzem, benim yalan söyleyebileceğime asla ihtimal vermiyor. Yalana öyle bir alışıyorum ki…Yine de bir gün devamsızlıklarımı anneme sorabileceği hiç aklımdan çıkmıyor.

İkinci kaçışım Beşiktaş’taki Resim ve Heykel Müzesi’ne. Uzun uzun dolaşıp resimlere bakıyor, notlar alıyorum. Asker Ressamlar ilgimi çekiyor. Onların naif duyguları olacağına, böyle resimler yapacaklarına inanamıyorum. “Askerler serttir, ciddidir…Bende hep bu duyguyu uyandırdılar.

Bazı günler öğle tatilinde okuldan çıkıyorum. Bekçi dönüp bakmıyor bile. Kızların beni kıskandıklarını hissediyorum. “Bekçi bir şey demiyor mu?” diye soruyorlar. Sonunda onlardan üstün bir yanım olduğunu anladıklarını vehmediyorum. Yürüyerek Vaniköy’e gidip iskelede kitap okuyor, dönüş vapuruna oradan binip tam saatinde Çengelköy’de oluyorum.


Bir başka gün, sabah vapuruyla Eminönü’ne gidiyorum. Vapurlar o tarihlerde Galata Köprüsü’ne yanaşıyor. Yürüyerek Eminönü’ne geliyorum. Düğmeci Kızlar’ın vitrinine bakıyorum. Üç Rum kızkardeş o dükkânda  Düğme, fermuar, tarlatan, ekstrafor, iplik satıyorlar. Masrafçı deniyor onlara. Çorap ta çekiyorlar. Kaçan çoraplarımızı atmıyor, çektiriyorduk o zaman. Şekerci Hafız Mustafa’dan akide şekeri alıp Mısır Çarşısı’na giriyorum. Baharatçılar, kumaşçılar, hasırcılar. saatçiler, turistik eşya satan dükkanlar ışıl ışıl; rengarenk vitrinleri dolaşıyorum. Annemle birlikte gittiğimiz gömlekçiden bir kumaş beğeniyorum.

Mahmutpaşa yokuşunu çıkarken babamın işyerine çok yakın olduğunu anımsıyorum birden! Kalbim küt küt atıyor. Geri dönemem, hızla Kapalıçarşı’ya atıyorum kendimi. Bedestende unutuyorum her şeyi. Eski paralar, heykeller, lambalar, antika takılar, kahve takımları, kristaller, yüzükler, küpeler, gümüşler, altınlar, pandantifler, bilezikler…

Zamanın geçtiğini fark etmiyorum. Vapura binmeden yağmur boşanıyor, Mavi gökyüzü ve güneş aldatıyor, “İstanbul havası” diyorlar, ne yapacağı belli olmaz.

Alaca karanlıkta sırılsıklam eve döndüğümde “Nerden geliyorsun?”  diye soruyor annem! “Ders çalıştık Nazan’la” diyorum. Yüzüme dikkatle bakıyor.Bu yalanı daha önce hazırlamıştım…

O yıl, Sahaflar Çarşısı’yla tanışıyorum. Bundan böyle, bugün nereye gideyim, diye düşünmeyeceğim. Cronin, Balzac, Sait Faik, Istrati, Emile Zola, Cahit Külebi,  Necati Cumalı, Turganyef, Steinbeck, Camu, Dostoyevski… Abdülhak Şinasi Hisar, bana eski İstanbul’u anlatıyor. Tozlu raflardaki kitapları indiriyorum, seçiyorum, ayırıyorum: sonra ayıklıyorum. Param yetmiyor bazen…Bırakıyorum. Bazıları da öğrenci olduğum içih “bir daha geldiğinde verirsin” diyor. Çınarların altındaki kahvede okumaya başlıyorum hemen.

Öyle zenginim ki!

Çok uzun sürmüyor bu keyifli günler. Bir daha okuldan kaçamıyorum. İdareden çağırıp devamsızlık süremin dolduğunu bildiriyorlar. Bir hafta sonra sınavlar başlayacak. Her gün gidiyorum okula ama hiçbir şeyi umursamıyorum. Ders kitabının arasında roman okuyorum. Okuldan da öğrencilerden de öğretmenlerden de kopmuşum.

Bitirme sınavlarından mağlup çıkıyorum ve güz dönemine kalıyorum.

 
Yaz sıcakları iyiden iyiye bastırıyor. Köşk kalabalıklaşıyor, Bir haftalığına, bir aylığına gelen konuklar var. En uzun gün, 21 Haziran bayram gibi kutlanıyor. Gece yarısına kadar oturuyoruz. Karpuz kabuğu suya düşünce deniz mevsimi başlıyor. Küçüksu plajına gidiyoruz, bazen Florya’ya, Moda plajına.. Kıpkırmızı oluyor her yanımız güneşten.

Akşamüzerleri Arnavut dondurmacıyı bekliyoruz gözümüz yolda. Kaymak ve vişne var sadece. Hiç kimse onun kadar güzel dondurma yapamaz. Uzaktan sesi geliyor önce, bahçeye girer girmez dondurma kovalarını yere bırakıp oturuyor, terini siliyor; toplanıyoruz etrafına. Biz dondurmamızı yerken, bahçede dinleniyor o da.

Sabah erken kalkanlar ebegümeci, labada, kuşotu, semizotu topluyor. Kümesten yumurtaları alıyor. İstanbul’da hemen her evin bahçesi, her bahçede de bu otlar, meyva ağaçları ve çiçekler var.

Kalabalık sofralarda oturuyoruz yaz günleri. Yemek biter bitmez bahçeye atıyoruz kendimizi gece yarılarına kadar. Büyüklerin paketlerinden aşırdığımız sigaraları içiyoruz gizlice. Bahçe sinemalarına gidiyoruz, kıyıdaki kahvelerde oturuyoruz. Komşularımızı, arkadaşlarımızı görüyoruz. Sinema dönüşü yine bahçedeyiz. Kumruları dinliyoruz…

Büyük dayım her yıl olduğu gibi gezdiriyor bizi. Dutlar, erikler olgunlaşıyor. Cevizleri ve incirleri bekliyoruz. Kavurucu sıcaklar başlıyor. Ansızın başlayan yaz yağmuru bizi şaşırtsa da  bir şölen gibi yaşıyoruz.

Evde hep bir telaş var. Kışlık reçeller hazırlanıyor bir tarafta, yeni gelecek misafirlere yemekler yapılıyor bir tarafta. Durmadan çamaşır yıkanıyor. Damlar aktarılıyor, fırtınaya yenik düşmüş bağdadiler, çökmüş basamaklar tamir ediliyor. Kışlık odunumuzu alıyoruz.

Yaz rehavet ayı . Bazen yaprak kımıldamıyor. Pelte gibi yapışıyoruz oturduğumuz yere. Yemekten sonra hemen herkes öğle uykusuna yatıyor. Kitabımı alıp bir ağaç altına oturuyorum.

Kışın evlere kapanacağımızı bildiğimiz için geziyoruz bol bol. Vahdettin’in bahçesine mehtap seyretmeye çıkıyoruz geceleri. Eşekli sebzeci sabahları kütür kütür domatesler, kabaklar, patlıcanlar getiriyor. Şeftaliler, kayısılar, Osmanlı çileği, kavun, karpuz.

Otlar sararıyor. Yaz misafirleri istemeyerek evlerine dönüyorlar. Vapur iskeleden ayrılırken rengarenk eşarplar sallıyoruz pencerelerden, onlar da bize… Tek tük incir buluyorum ağaçta. Yazın gideceğini hissediyorum. Okudukça, aşkın uzak bir yerlerde olduğunu anlıyorum.;Werther’i unutuyorum. Hayatıma başkaları giriyor.

Yağmurlar sıklaşıp, sabah rüzgârı üşütmeye başlıyor, günler kısalıyor. Sabahları bulutlu bir gökyüzü karşılıyor bizi. Leylekler güneye doğru uçmaya başlıyor. Köşk boşalıyor. Gündoğusundan esen rüzgârın bulutları sürüp, gökyüzünü temizlediğini, yıldızların daha parlak göründüğünü ama üşüttüğünü balıkçılardan öğreniyorum. Yalanın bazen işe yaradığını,  İstanbul’un, bu büyülü kentin her mevsim, hatta her gün yeni bir yüzle karşıma çıkıp beni şaşırtabileceğini, mevsimlerine asla güvenilmeyeceğini, “taşralı” olmanın insanı zenginleştirdiğini anlıyorum..

Rüzgârlarım gündoğusundan esiyor.

Yaz bitiyor…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder