1 Nisan 2009 Çarşamba




İLKBAHAR / Yusuf Eradam

Yola Düşünce Erguvanlar

Gülse de yüzüm
Bahar beni ararmış
Şerefe hüzün.


Duyduk duymadık demeyin: Başlangıçta Büyük Büyücü yeryüzünü yaratmış, sonra suları, sonra güneşi, sonra da ayı ve yıldızları. Daha sonra da bu güzel toprakların doğasını yaratmış. O zamanlarda (efsane bu işte; zamansa eğer o zamanlar) ne buzlu, ne karlı iklimler yokmuş, zemheri kış da yokmuş. Kimsenin yüzü kestane kavurmazmış, sırtı da boran savurmazmış. Hep baharmış zaman: yabanıl meyveler büyürmüş her yerde ve bu güzel diyarda usul usul akan ırmağa gölgelerini düşüren kocaman ağaçlar varmış. Büyük Büyücü, daha sonra hayvanları koymuş bu ülkeye: Kuşları, böcekleri, çeşit çeşit balıkları. Sonra da, diğer yaratıklarla birlikte yaşasınlar diye insanları yaratmış. Bütün yaratıklar birbirleriyle konuşup anlaşabiliyorlarmış önce. İnsanlar da, hayvanlar da, çünkü hepsinin ortak bir dili varmış ve kardeşçe yaşayıp gidiyorlarmış. Ne güzel, ne özenilesi bir durum, söylence bile olsa. Çadırlarda yaşayan bizon avcılarıymış “köpek” anlamına gelen Cheyenne’ler, usta binicilermiş ve cesur savaşçılarmış. Daha sonradan adına A.B.D. denen bu ülkenin yerlilerinden Cheyenne’lerin yaradılış mitosları belleğini oluşturmuş ama aynı söylenler daha sonra bu güzel ülkeye gelen sömürgeciler yüzünden değişmiş. Kendilerine Tis-Tsis-Tas (insanlar) diyen Cheyenne’ler, Küçük Boynuz'da General Custer'a karşı Sioux’larla birlikte savaşmışlar. Son savaşlardan sonra Kör Bıçak ve Küçük Kurt komutasındaki bir grup, eski av toprakları olan Montana'daki Topal Geyik Rezervasyonu'na doğru efsanevi bir yürüyüş yapmışlar. Güneyli Cheyenne'ler ise Oklahoma’da kalmışlar.

Doğa ile baş başa mutlu mutlu ve kardeşçe yaşayan insanların araları yeni gelenlerin hırsları ile birlikte bozulmuş ve yaşamları yaza, sonbahara, kışa dönüşmüş. Bahar ya da ilkbahar, haliyle huzur, masumiyet, doğuş anlamları ile yüklü olduğu kadar, gözüdoymazların masumiyeti yok etme arzularına da maruz kalmak üzere bekler.

Haliyle ilkbahar insan belleğinde başta uyum ve huzur ve mutluluk olmak üzere, doğanın canlandığı, doğurduğu, çoğaldığı, sevgi ile sarıldığı bir dönem olarak yer almış ve canlanma ile bir tutulup ölüm ile karşıt bir konuma oturtuluvermiştir, belleğimize, dilimize, sözümüze ve yaratıcı edimlerimizin hepsine. Doğanın doğallığını, biricik öznelliğini bilgi diye alan insan, bu bilgi yanılsamasını, ötekileştirme ve dogma illetlerine kanıt gibi kullanmayı akıl edivermiş ne yazık ki, kendi hayatını kışa çevirmek için.

Mor salkımlar dökülür
Kereviz bağlar baharı yaza
Kiraz dalları Boğaz, Adalar…


Kısadır ilkbahar, ömür gibi, haikular gibi. Japonlar da bilir, biz de biliriz. Kıymetini bilmek bu yüzden gereklidir.

“Aaa! Bahar hiç olmadı bu yıl, hemen yaz geliverdi,” demişizdir kaç kez. Oysa bahar hep gelir, geçer; biliriz ama yine de yakınırız bu mevsimin kısalığından. Yakınırken, baharın ayırtına varmadığımızı söylediğimizi sonra anlarız.

Usuldur bahar; bu da usûldendir. Yaz gelince, kentin gürültüsünden, keşmekeşinden uzaklaşmak isteyen herkes gibi, adaları hafta sonları istila etmeye gidenler o yamyamlar gibi ben biraz da yerde bahardan kalma erguvan izlerini düşünerek dolaşırım adalarda. Usulca, ses etmeden gezeyim, gezelim isterim yerinde yeller esenlere saygı ile. İlkbahar öyledir işte, pek durmaz, pek görünmez, ses etmeden süzülen bir albatros gibi görünür, süzülür ve yiter gider. Ancak yokluğunda anımsanır ilkbahar. Yaz gibi arsızca yakıp kavurmaz; kış gibi bizi saltık bir umarsızlık içinde bırakacakmış gibi durmaz; sonbahar gibi duygu sömürüsü yapıp ölmeden önceki son şahikanızı gerçekleştiriniz diye rengârenk yaprakları ile gönlümüzü alıp bizi teselli etme çabasında değildir. Kendiliğinden açar; bakan bakar, gören görür. Göremeyen, bilemeyen onu bir tutam mercimek sanır.

“Bir günde dört mevsimmiş bu şehir diyor Ceza bir şarkısında. “Bırakmam terk etmem, ben gitmem bu şehirden,” diye de bitiriyor şarkıyı. Bir kenti terk etmeyi reddediş, o kentteki bütün mevsimleri kucaklarken bu cesareti ilkbahardan, o doğuşu, canlanışı, varoluş başlangıcını simgeleyen mevsimden almış gibi. İlkbahar, diğer mevsimlerin de güzelliğini anlatmak üzere vardır.

Ben her bahar âşık olurum, diyor Sezen. Ben de öyle. Aynı kişiye ya da başkasına. Ama ilkbahar ile aşk başlangıcı hep birlikte anılır, anılsın da. O birlik beraberliği Sezen’siz yaşamak olası mıdır? Ya da Sezen Aksu’nun da her daim yücelttiği çok kültürlü birlik beraberliği ya da gayri-müslimler ya da yurdumun güzel mozaiğini oluşturan bütün parçalar bir arada olmadan bir şeye benzemeyecek bir İstanbul’da umarım son kez aşığım ben bu yazıyı yazdığımda. Şimdi buradaki aşk, hep son kez olsun diye istenen aşktır. İlkbahar da öyledir. Hep kalsın istenen, ama bile bile lades bir aşktır bu. İlkbahar, yaşama aşkla sımsıkı bağlanmak gerekliğini anımsatıp geçendir. Geçip gidendir. Ömür gibi. Aşkı daim kılmak isteyense, bütün mevsimleri, bütün iklimleri sahiplenir, hepsini göze alır.

Bir aylık ömrü var kerevizin. Bir haftalık ömrü var erguvanın. Bir haiku olsun ömrünüz, bu kez bu bahar, bu aşk daim olsun.

Erguvan bana dediydi: Kimse bilmez. “Yusuf,” dediydi, “kim olursan ol gel diyen geldi İstanbul’a, kimse bilmez. Kim olursa olsun herkes burada Yusuf. Herkes yana yana bu mağrur kentin direnişinde, çorabının kaçtığından bîhaber bu mağrur fahişenin, bu rahm-i ekber kadının ayakta kalışını hayranlık ve saygı ile yaşıyorlar, senin gibi. Her şey ve hiç: İstanbul.”

Retrospektif diyorlar şimdilerde. Değerim, senin hayatıma girişin ile belirlenmiş. Sana aşkla bağlanışımla belirlenmiş. On bir yaşımda beni afallatan İstanbul’da şimdi hep bahardayım, süzüyorum onun değerlerini, bütün güzelliklerini, içreleştiriyorum. Onun bir parçası olduğumu bilerek. Sen İstanbul, seni beklediğimi bildin, bildin de o yüzden beni istemeye geldin Ankara’lara. O güzelim koylarından birinde usul bir erguvanım ben, taşar içimde ruhum, ömrüm, gururum ve çarpar o gururum umarsızca sahillerine, aşındırmak ister gibi mücessem karayı.

Burgaz Ada’da bir sokağın köşesini dönerken beni yanaklarımdan öpen bir hanımelidir ilkbahar. O hanımelinin çiçek açacağı noktaya ulaşana değin kaç kez dolandığını bir ben görürüm, bir de Oruç Aruoba. Erik ve yeni dünya yiyerek hanımeli kokusunun peşinden nice aşklar uğruna hangimiz telef olmadık ki. Ben ben, diyorsanız, yazık olmuş ilkbahara. Yenisi gelecektir, yaşınız kaç olursa olsun kaçırmayınız bu fırsatı. Bakın Oktay Rifat da eşinin elini işte bu tazelenme zamanında nasıl tutuyor:

Ağaçlar çiçekteydi
Türkan sağ beraberimde
İstanbul bahar içindeydi
Kalbim sevda içinde.


Bahar kütür kütür can eriktir, yeni dünyadır. Muşmuladır ya öteki adı yeni dünyanın, of ya, gülmekten ölesim gelir. İlkbahar, ağaçlarında pıtırak çiçekleri açtığında ölmek için en güzel mevsimdir. Çilekler de üşüşüverir dünyamıza. Sevgilinin ağzına pudra şekerli bir çilekle ne yuvalar kurulmuştur. İlkbahar sonuna doğru, mevsimi yaza bağlarken ansızın enginarlar da görünür. Karaciğerin dostu enginar mayıs ayını yaza bağlayan zamanda bir aylık ömrüyle görünür ve yiter gider. Yatılı okulda nefret ettiğim bakla ve dereotu da bu mevsimde hayatımıza can verir. Bedenimize onca eziyet ettikten sonra, taze soğandan, maydanozdan, sarımsaktan medet umarız. Ey ilkbahar, bana bir deva medet!

Yatılı okul mu demişim? Anlatayım. Darüşşafaka’ya ben sonbaharda girdim on bir yaşımdayken. Bu yüzden aile ve değer yitimimi de simgeler sonbahar. İlkbaharı özellikle sevişimin özünde işte bu yitimi yadsıyışım da yatıyor olabilir. Ama Darüşşafaka olmasaydı ben olamazdım diyorum ve o olmazsa olmaz okulda sınıfta ders dinlerken, karnım da aç. Zil çalsa, yemekhaneye herkesten önce koştursam, karavanadaki yemeği kime kime yaparak dağıtmayı bugün, hiç değilse bir gün olsun ben yapsam da yemeğin en güzel yerini bir katakulli ile ben alsam tabağıma. Zil çalar, sınıftan koştura koştura merdivenlerden aşağıya yemekhaneye koşarım. Tıpkı, “Sen kendi boyuna uygun bir arkadaş seçsene!” diye önüme dikilen Coğrafya öğretmenimiz denli güçlü bir koku beni yemekhane kapısında durdurur. Dereotu kokusu. Yemekhanede kaç tane masa varsa o kadar karavana dolusu bakla üzerinde çöreklenmiş dereotunun kokusu benim yemekhaneye girişimi engeller. Ben ilkbaharda dereotu kokusu ve bakladan nefret edişimin sebebini elli yaşımdan sonra anlarım. Antagonizma yaratmaya çalışan yanlış öğretmenimin telkini ile kısa boylu ben ile uzun boylu De Gaulle takma isimli arkadaşım ile boylarımızın uyumsuzluğu, bakla ile dereotu uyumunu hayatımdan çıkarışıma yol açar. De Gaulle ile ben bir daha yakınlaşamayız ve ben bir daha bakla ve dereotu yiyemem. Darüşşafaka’nın o muhteşem demir kapısına yapışıp tam karşıdaki bakkala “Recep Abii!! Peynir ekmek lütfen!” diye haykırışım bu yüzdendir. Bu yüzdendi. Bakla ve dereotu, onca yararlarına karşın, işte bu yüzden hayatımda hâlâ bir yer ve değer bulamamıştır. Coğrafya öğretmenimizle birlikte, hayatımdan onlar da çıktılar.

Burgaz’daki bir faytoncu diyor ki “Hayat güldür güldür!” Baharda ikileyin bol bol, yağmur olur, toz kaldırmazsınız.

Bak şimdi şu yağmurun yaptığına. Hasetlendi yine. Erguvanın üzerine şarlayışını gören, erguvanları Yüzüklerin Efendisi’ndeki Sauron sanır. “Yerle yeksan olsun o güzellik” der gibi yağar bu yağmur. Hasedi batsın. Ama insanız, nankörüz. İstanbul’u sevince, yere düşmüşse erguvan, o yola düşmüşse, bizim de yola koyulma vaktimiz gelmiştir, başka bir güzelliğin peşinden. İstanbul’da olalım yeter.

Huzur serin bir histir. İstanbul’da bahar serin bir duygudur. Yanmadan önce yaşanan serin bir esinti, erguvanlar gibi yola düşmeden önce. Selam olsun bütün aşklarıma, benim için İstanbul şimdi hep bahar. Baharın gülleri açar ya hep, yine mahzun gönlüm ama beyhude de geçmiyor ömrüm, ne yalan söyleyeyim.

Erguvan yola düşer, taş bilir susar, kedi bakar. Baharın gülleri hep açar da Melahat Hanım, Madame Susatska’dan bîhaber, şu besteyi yapar:
Ben gamlı hazan, sense bahar,
Dinle de vazgeç; dinle de vazgeç
Sen kendine kendin gibi
Taze bahar seç, taze bahar seç.


Bahara bakış, insanın yaşına göre değişir. İlk gençlik ve gençlik yıllarında yaşama sevinci ve başlangıçlar muştulayan ilkbahar, orta yaşla birlikte geçici olanın, fani olanın hüznünü de ima ederek gelir. Yitirilmiş olan ne varsa alaycı ayırtılar taşıyarak sunar bütün güzellikler kendilerini. Halbuki her anın, her ruhsal durumun olduğu gibi her mevsimin de geçiciliği, yerini başka bir duruma, mevsime bırakacağı da bir mutlaktır, biliriz.

Dallara su yürüyüp de erguvanlar yola düşünce…

İlkbaharda yağan yağmurun anlamı, sonbaharda yağan yağmurun anlamından farklıdır. Yağmur aynı yağmurdur oysa. Sonbaharda yağan yağmur, bizi ıslatır ve umarsız bırakır. Hele hele pamuk tarlaları üstüne yağmasın istenir sonbahar başında. Oysa ilkbahar yağmuru özlenir, berekettir. Yazın, ya da yaz sonu toplanacak hasatın can suyudur; bunu biliriz. Bu bilgi içkindir ve bu yüzden severiz ilkbaharda yağan yağmuru. O yağmur altında yürümek bu yüzden ayrıcalıktır.

Kış, baharı özler gibi klişeler aslında bizim kıştan kurtulup ilkbaharın gelmesini istediğimizi söyler.

Kobe gülermiş
Kiraz çiçek açarken
Dost eli bahar


Hayatın içinden geçen bir patikada dört mevsim ve nice mevsimler yürüyüp iyi işler yaptım diyerek gitmek, gidebilmek de nihai bir ilkbahar olsa gerektir. Doğuş, yeniden doğuş ya da canlanma ile anılan ilkbahardan söz ederken, döndük dolaştık yine hayal gücünün en büyük kaynağı, itici gücü ölüme geldik.

İlkbahar benim mevsimim. 1 Şubat’ta her yer karla kaplıyken doğurmuş anam beni. Toprak damlı bir evde kış ile, kar ile, karsambaç ile karşılamışım dünyayı. Sıcak, güvenli bir rahimden çıkıp soğuk, tek göz bir evde açmışım gözlerimi bu gezegene. Bahara, güneşe hasretlik ondandır. Soğuk pencereye alnımı dayayıp “Babam ne zaman gelecek?” diye beklerken sinüzit sahibi olmuşum; iki kaşım arasındaki ağrı ancak bahar gelince, bahar ile eşanlamlı sevdiklerim, sevgililerim gelince ilkbahardır hep.

William Shakespeare, 1609 yılında yazdığı 98 nolu sonesinde sevgiliye ilkbaharda hasret çektiğinden dem vurur. Bahar, her şeye gençliğin cıvıl cıvıllığını aşıladığı zamanda bile sevgili yoksa o sevgili kış ile eşdeğerdedir. Belki o sevgilidir işte, Wallace Stevens’ın “kış beyinli” dediği; odur belki bembeyaz karların ötesindeki hiçliği göremeyen.

Döşeğimde ölürüm umarım; ölürken de tüm yaşamım boyunca kimlere âşık olduysam (beni sevenler, bana âşık olanlar değil) kimleri yürekten sevip canımdan bildiysem, onlar bahar dalları gibi yanımda beliriverseler; göğsümün orta yeri kimler için yandıysa, eminim çoğu sürpriz yüzler olurdu. Bu konuda, son dileğimle ilgili fantastik bir öykü yazayım en iyisi.
Plath gibi, “aşkım aşkım, mevsimim” ilkbahar (“Haberciler”). Bu yüzden belki de uçasım gelir bir de; ilkbahar ise mevsim, uçabileceğime inanırım;
Şairlerden dem vurduysak eğer, e.e. cummings’in “Bahar bir belki el gibidir” şiiri mutlaka gelmelidir hatıra.


bahar (hiçbiryer’den

çıkıp gelen) insanların
baktığı bir camekânı
yerleştiren (insanlar hayretler
içinde bakarken yerleştiren ve
değiştiren, şuraya yabancı bişi
ve buraya tanıdık bişi koyan)
ve her şeyi özenle değiştiren

bi-belki-el gibidir

bahar camekânın içinde (Yeni
ve Eski şeyleri özenle
ileri geri taşıyan, insanlar
hayretler içinde bakarken,
bi-belki-yüzdesini
çiçeğin buraya taşıyan,
şuraya da bir santim
hava koyan) ve
hiçbişeyi kırmayan

bi-belki-el gibidir.

O belki el, James Dean’in özdeyişindeki narin ama güçlü kişinin elidir. Şöyle demiş kültleşmiş, ikonlaşmış oyuncu: “Hayatımda incelikli olmak yürekliliğini bulmaya çalışıyorum. Vahşi insanların zayıf insanlar olduğunu biliyorum; nazik insanlardır, gerçek anlamda güçlü olabilmişler.”

Nevruz, ilkbahar’ın muştucusu, az kalsın altı yaşında beni bu güzelim yaşamdan alıp götürüyordu. Komşu mahalledekilerin ırmağa bereket dileyerek attıkları sebze ve meyveler bizim mahalleye geldiğinde ırmağa eğilip toplamaya çalışırken doğayı, düşüncelerle daha sonra dolup ağırlaşacak başım yüzünden suda buluvermiştim kendimi. Yazgının ne güzel cilvesidir ki yaşayacaklarım da varmış, çekeceklerim kadar. Şu haikum bunu dile getirir:

Su bulutmuş ya
Bağışlayan mevsimde
Sonsuzmuş aşk.

Nükhet duru’nun sesinden dolaşırım hüzünler içinde, erguvanlar arasında, yine de sevinçliyimdir beni sararken melankoli: “Ne kış ne yazı isterim, ne bir dost yüzü isterim, hafif bir sızı isterim, ağrılar sancılar gelir…” Cenk Taşkan, Mehmet Teoman bu yüzden unutulmazdırlar. Nükhet de onların kendisine bahşettiği ölümsüzlük ödülünü yüzünde hep bahar yaşamak istercesine estetik müdahalelerle tazeleyerek sunar bizlere. Popüler sanatçıların baharları bize bu yüzden hiç yabancı gelmez, özlem, hasret ve haset bağlantılarında; biz sonbaharımızı, kışımızı yaşarken bile, onlar bize hep baharı anımsatırlar.

Aşkın hafif sızısı ilkbaharda sarar her yanımı. Ağrılar sancılar sonraki mevsimlerde gelir. Tıpkı Kim ki-duk filmi Nefes’te olduğu gibi. Hayatı şimdi ve burada kıştan ibaret diye görüyorsanız eğer ve eğer sürdürüyorsanız o hayatı sunulduğu gibi, o kışta kartopu oynamayı ya da kardan adam yapmayı da bilmek gerek; o kardan karsambaç yapmak da gerek ya da Wallace Stevens gibi bakıp bakıp da taraz taraz karlar içindeki ladinlere, bu bembeyaz örtünün arkasında neler var neler diyebilmek de gereklidir.

İlkbaharın yaşam simgeleyen dalları budakları, çiçeklerinden kelebeklerinden oluşan resmine bakıp da melankolik olmam ancak bu yüzdendir. Bu örtünün arkasında neşe ve yaşam sevincinden daha derin bir soluk çarpar beni. Edip Cansever’in yaşamak için alarm seslerini duyduğu mevsim bu, kiraz dallarından, geçen bir buluttan. Ancak ilkbaharda, insan kendisini hayata, yaşamaya bu denli yakın hisseder ki bu yaşam sevinci, bu coşku kimi zaman ölmek için de en iyi mevsimin bahar olduğunu ima eder.

İlkbahar gelince İstanbul’a, Boğaz’da erguvanlar düşer ya yollara, ben başka mevsim yaşamıyorum. Sevinci ile, hüznü ile, İstanbul artık hep ilkbahar. Louise Aragon’un “Bir Sürekli İlkbahar”ı gibi. Ebrulara işlenen ilkbaharım benim, memnu idi, su tutmazdı.

Saint-Saens “Printemps qui commence” adlı parçasında yanıtlıyor beni Samson ve Dalila’dan: Umut ve aşk zamanıdır, ümit ettikçe var olacağız, ah o sevgili ne güzel, kalbim ah kalbim, baharda bitecek, biliyorum… ölmek için en güzel mevsimdir ilkbahar.

Donar kalırım ya da coşar giderim. Sezen’in “Kutlama” adlı şarkısında da dediği gibi “Seninle baharı kutlamaya geliyorum.” Bu da böyle bir latife olarak kalsın. Anlayan anlasın, gerisi bir tutam mercimek sansın.

Yola düşünce erguvanlar baharında İstanbul’un, aklıma daha deyiveremediğim neler düşer neler…

Son zamanlardaki adetim gereği, bir başka haiku ile toparlayayım sözümü:

Baharlı Haiku

Uyku öncesi
Sesinin baharları
Tenimde hardır.


31 Mart 2009 Salı

KIŞ / Mehmet Zaman Saçlıoğlu

“Kar sesi kışın, giz bahçeleri

Bütün eski günler uçuşmuş

Şu yakın sonbahar bile”[1]

Bir mevsimden ötekine nasıl geçilir?
Gündüzden geceye, geceden gündüze, gençlikten yaşlılığa, yaşamdan ölüme nasıl geçilir?
Rüzgârla mı, ışıkla mı, gözlerimiz ve tenimizle mi, yoksa şiirle mi?
 
Sonbahar, yazla oyunlar oynadıktan sonra İstanbul’un tahtına lodosların gücüyle oturur. Ayva sarı, nar kırmızı tahtı sarmaşık yapraklarının kırmızısıyla süslenir, biraz çürümüş meyve kokusu, biraz yağmur serinliği, kaldırım taşlarında beliren yosunlar, kısalan günler derken, gün gelir, bilmeden, anlamadan tahtını kışa bırakır, kenara çekilir.
Şiir, tenimizden ve gözümüzden çıkmadır. Her şeye borçludur varlığını ve dünya, güzelliğini şiire borçludur. Şiirdir bize günbatımını tanıtan. Aşk, şiir sayesinde yalnızca bir acı ya da mutluluk olmaktan kurtulur. Şiir olmasaydı gün doğumunu serçeler, kediler gibi görürdük. Acıkmış bir mide ve gecenin ağırlığından silkinmeye çalışan bir beden… Şiir olmasaydı, bilim, kuru kemikli bir cadı kadar korkutucu olurdu. Mevsimler, rüzgârlar, balıklar, kuşlar, yosunlar, yıldızlar, ne varsa bize duygusunu aktaran, şiirin dilini kullanırlar.
Kış da şiirin arkasına gizleyerek korkunçluğunu, bize kendini sevdirmeye çalışır. Kimi şair, şiirine kış mevsiminin gerçek yüzünü almıştır.
 
“…
Kaside falan bekleme benden,
Ne kadar sıcak olsa koynumdaki kadın.
Öylesine şair değilim.
Sevmedim, sevmiyorum seni kış mevsimi,
Fakir fukaraya gadrediyorsun...”[2]
 
Sonbaharın, tahtını kışa kaptıracağını fark ettiği günlerde, balıkçıların Yıldız dediği rüzgâr görünür kuzeyden. Kararlı, güvenli, Karadeniz’in üstlerinden gelir. Sol yanıyla Anadolu, sağ yanıyla Rumeli kıyılarına genişçe çarpar, göğsüyle İstanbul Boğazı’na bodoslamadan yüklenir.  Boğaz boyunca suları karartıp kıyıdaki yalıları yoklar, kayıkhanelerle konuşur, sokak aralarına sızar. Eski ahşap evlerin duvarlarına vurur, macunları kurumuş pencere camlarını cızırdatır, pervaz aralarından girip perdelerle oynaşır.
Sokak kedileri Yıldız’ı görünce kuytu bir yer ararlar. Tüyleri kabarır, gözleri kısılır.
Yıldız, yerdeki son yaprakları toplar, yollarda döndürür, kenara köşeye savurur. Teşrin yapraklarıyla oynayan o avare rüzgâr değildir artık bu. Küçük balıkçı teknelerini sallayarak, demirlemiş yatların iplerini direklere çarptırarak, Boğaz’ı hırçın bir kanatla boylu boyunca geçer. Karşısında Topkapı Sarayı’nı, Aya Sofya’yı, Sultanahmet Camii’ni ve eski İstanbul’u görünce şaşırır, Sarayburnu önlerinde dönmeye başlar. Bu ani dönüş, Sarayburnu’nun denizini karıştırır, anaforlarını güçlendirir, oracıkta kendini suya atmak için bekleyen genç kızı ürkütür.  
Kız, bir doğu kentinden gelmiştir. Böyle karanlık sulara, karamsar bakışlarla daldığına göre, İstanbul’a her gün çaresiz gelen, çaresizliği İstanbul’da daha da büyüyen, çaresizlikten yolunu şaşıracaklardan yalnızca biridir. Bu anaforlu denize kaç kişi atlamış, kaçı yok olup gitmiştir.
Yıldız, meraklı bir kuş gibi dönüp durur tarihi yarımadayı, sonra ya karşı kıyıya, ya Marmara denizinin üstüne doğru kanat kırar.
Yıldız rüzgârının gelişinin sıklaşmasıyla, sonbahar kenara çekilmeye başlamıştır artık. Yine de Lodos, ben İstanbul’u hiçbir mevsime kaptırmam, bu kentin efendisi benim, dercesine, fırsat buldukça kendini göstererek, balıkları, insanları, kuşları şaşırtacak, en sert kış havasını yumuşatıp tüm canlıları mutlu bir sarhoşluk içinde sersemletecektir.
Kış ya da sonbahar, insanoğlunun koyduğu takvim bilgisinden yoksundurlar. Bu yüzden sonbahar, İstanbul’u ve tüm kuzey yarıküreyi, kışa 1 Aralık günü resmen devredeceğini bilmez. Bir yıl biraz erken olursa bu devir teslim işi, öbür yıl biraz geç kalır, sonunda aynı kapıya çıkar mevsimlerin saltanat süresi.
Aralık ayının başında, birkaç gün önce ya da sonra başlayan Ülker Dönümü Fırtınası ile kışa girilir. Ardından birer ikişer sökün eder öteki fırtınalar.  Zemheri’ler, Karakış’lar, Karansalos’lar, Ayandon’lar derken rüzgâr kimi zaman sert, kimi zaman yumuşak, ama kış dilinden eser. Ta ki cemrelere kadar…   
 
“Tozkoparan fırtınası

Kaç koldan kıvrılır

Vurur camlara yukarı.

 
Yaprak, kâğıt ve çöp

Aralık kapı

Çeker içeri sokakları.

…”[3]
   
İstanbul olmak kolay iş değildir. Öyle bir kenttir ki bu, iki kıtayı birleştirir mi, ayırır mı; iki denizi birleştirir mi ayırır mı hemen anlaşılmaz. Zaten bunun bilgisi de doğada değil insandadır. Bu yüzden İstanbul her göze başka görünür.
Asya, şiirin diliyle; bir kısrak başı gibi gelip dayanır İstanbul’un denizine. Biraz ileride, karşıda, insanların bilmediği kadar eski zamanlarda kendi doğurduğu kızı durmaktadır. Avrupa da düşünde hem annesi Asya’ya ait olduğunu, hem bir başkası olduğunu görmüş, düşünü yorumlamaya çalışmaktadır. İkisinin arasındaki su büyülüdür. Bu suyun büyüsü, birleşme ile ayrılma arasındaki gerilimden doğar. Bu iki kıtanın birbirine değdi değecek tenleri Michaelangelo’nun resmindeki, Tanrı ile Adem’in birbirine değdi değecek parmaklarını anımsatır. İşte İstanbul bu dokunuştan, daha doğrusu bu dokunuş umudundan can alır.
Şiirle gelen kışı olmasa da, rüzgârla gelen kışı İstanbul’da, insanların yoksullarıyla hayvanların yerlileri karşılar. Göçmen kuşlar, balıklar çoktan yola çıkmıştır. Kuşlar varacakları güney illerine varmış, arkalarında bazı dostlarını bırakmışlardır.
“…
İçlenme tabiattaki yekpare kederden,
Yas tutma dağılmış diye kuşlarla çiçekler.
Onlar dönecektir yine gittikleri yerden,
Onlarla giden günlerimiz dönmeyecektir...”[4]
 
İstanbul, İstanbulluluğunu biraz da yerli kuşlarına borçludur. Göç etmeyen kuşlar, bizim karakış dostumuzdur. Denizlerdeki yiyecekleri azalan martılar, çığlıklar atarak içerilere kadar girer, bulutlu gökyüzlerinde beyaz bir tüy gibi akarak gecenin karanlığını kırarlar.
Martılar insanoğluna yakındırlar. Neredeyse gelip ellerinden alırlar ekmeği. Boğaz vapurlarında, ada vapurlarında güverteden atılan simitleri havada yakalamaları, insanlarla oyun oynamaları, artık güç görülen yunusların balıkçılarla, vapurlarla oynadıkları oyunu anımsatır.
Denizin esmer tenli balıkçılları, karabataklar ise sanki insanoğluna dargın gibidirler. Denize yakın yapıların damları martı yumurtalarıyla doluyken, karabatakların denizi terk edip karaya çıktıklarına neredeyse hiç rastlanmaz. Martılar balık bulamadıklarında çöp tenekelerinde ararlarken rızıklarını, karabataklar istavritten, hamsiden, gümüşten vazgeçmezler; geceleri mendireklerde sıralanır, aralarındaki, nasılsa göç etmemiş tek tük turna ile birlikte başlarını kanatlarının altına gömer, yakınlarından geçen gemilerin gürültüsüne alışkın uyurlar. Gece, kargalar, güvercinler, serçeler, koruluklarda azalmış sakalar, bülbüller için de uyku zamanıdır, ama martılar için farklıdır. Martılar, çığlık atma ve gökyüzünü denetleme görevini sabaha kadar, nöbetleşe sürdürürler.
İstanbul’un en yırtıcı ve yabani kuşları sığırcıklardır. Kışın daha çok ortaya çıkar, özellikle karlı günlerde pencere kenarlarına bırakılmış bulgurları, mısırları kapışırlar. Uzun, sivri gagalarıyla serçeleri, güvercinleri, kumruları korkuturlar. Hızdan görünmez beyaz benekli kanatları, sanki onların denetiminde değilmişçesine heyecan, telaş içindedir. Çekirge sürüsü gibi gelir, yiyecekleri tüketir, gökyüzünde istavrit sürüsü gibi uçuşarak başka bir yere giderler.
İstanbul’un en masum yaratıkları ise kumrulardır. Kedilere en çok yem olan, üç bulgur tanesini birbirlerine yedirmemek için kavga ederken bir güvercine kaptıracak kadar saf,  ama bir o kadar güzel yüzlüdürler. Mutlu ve sakin bir aile hayatı sürer gibidirler. İstanbul’un kargalarıysa, gökyüzünün kara kedileridir. Karganın sesini pek az kişi sever nedense, oysa o ses katışıksız bir doğa sesidir. Martı sesi gibi, bülbül sesi gibi içtendir, onun sözünü anlayan anlar.
Gökyüzünün göçmenleri varsa, denizin de göçmenleri vardır. Kuşlarının tersine, İstanbul, yerleşik balıklarından çok göçmen balıklarıyla bilinir.
Balıklar, eylül ekim deyince havanın serinleyeceğini anlarlar. Göçecek olanlar, Karadeniz’in soğuk suyunu terk edip usul usul Boğaz’a girer, Marmara’ya yüzgeç vururlar. Aralık ayında göç neredeyse tamamlanmış, arkada kalan torik sürüleri biraz oyalanıyor olabilir. Bunun nedeni nasıl bir kışın geleceğini gözlemlemektir. Çok soğuk geçmeyecekse öyle uzağa gitmeye gerek yoktur. Marmara’ya şöyle bir açılıp döner, deniz yüzeyinin elli metre kadar altındaki ters akıntıya kendilerini bırakır, bu kanal içinde kış boyu oyalanırlar. Ne de olsa bu akıntı Marmara’nın görece ılık suyunu taşımaktadır Boğaza. Kışlar sert geçecekse, küçükten büyüğe tüm göçmen balıklar Boğazı neşelendirir. Lüferler, palamutlar, torikler, hamsiler sıra sıra geçip giderler Boğazdan.
İstanbul’da balık geçişi olduğunu anlamak için denizin üstüne bakmak yeterlidir. İrili ufaklı balıkçı tekneleriyle bir cümbüş içindedir denizin üstü. Yolcu vapurları, yolcu motorları, uzaktan gelip ya Karadeniz’e ya Marmara’ya çıkmaya çalışan yük gemileri, mavnalar, yelkenlerini indirmiş teknelerle kalabalık bir caddeye benzer Boğazın suları.
Balık denince İstanbul’da rakı akla gelir hemen. Kış günleri öğle rakılarının tadına doyum olmaz. İstanbul’un balık lokantaları, meyhaneleri balık pişirme işinde dünyanın başını çekerler. Üstelik yalnızca balık değil, leziz mezeler de vardır bu meyhanelerde. Kış aylarında paltosunun yakasını kaldırmış, omuzlarını büzmüş, meyhaneden içeri girenler dost sıcaklığına gidiyorlarsa, yanında mutlaka rakı, balık ve meze olacaktır.
Aralık ayı resmen kış sayılsa da, kimi yıllarda insanları kışa hazırlayan bir ay olarak oldukça yumuşak geçer. Yıldız rüzgârı gibi Poyraz da İstanbul’un belalı rüzgârlarındandır. Hele kış aylarında eserse, denizin üstünü beyaz köpüklerle donatıp kiri pusu alır götürür açıklara.
İstanbul’un rüzgârını İstanbul’un yaşlıları iyi tanırlar. Ne zaman hangi fırtınanın geleceğini, “Kocakarı soğukları”nın ne zaman İstanbul’u ziyaret edeceğini bilir, gençlere söylerler. İstanbul’un koruyucuları da genellikle yaşlılarıdır. Yani kışlarını sürdürmekte olanlar. Aslında genç yaşta İstanbul tümüyle anlaşılmaz. İstanbul, genç yaşlar için işyerinin, evin, eğlencenin, aşkın, maceranın, varsıllığın, yoksulluğun kentidir, ama bir “memleket” değildir. Dünya işlerinden elini çekmeye başlayanlar birden bir uykudan ayılırcasına İstanbul’da olduklarını, İstanbullu olduklarını fark ederler. Ve bir acı kaplar içlerini. Gençliklerinde bulduklarını bulamamaktadırlar. Gençlikleriyle birlikte gitmiştir İstanbul. Eski İstanbul ancak anılarda yaşar.
Anımsadıkları acaba gerçekten İstanbul mudur, İstanbul sandıkları mı?
Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların
dilsiz olduklarını anlıyorum.
Kar yağıyor
ve ben hatırlıyorum...”[5]
 
O günleri, o eski sokakları, eski yapıları, kahvehaneleri, lokantaları, ilk sevgilileriyle gittikleri bahçeleri ararlar, ama nerde? Hepsi sonradan gelenlerin saldırılarıyla yok olmuş, gençlerin değiştirdiği bir başka İstanbul gelmiştir. Dünyada hiçbir kent bu kadar saldırıya uğrayıp her saldırıdan yeni bir özgünlük çıkaramaz sanırım. Bir insan ömrü içinde değişen, ama yüzyıllar içinde ruhu aynı kalan bir kent. Eski bir Yeşilçam filminde duyabileceğiniz bir söz bunu çok iyi anlatır: “Vücuduma sahip olabilirsin ama ruhuma asla!” İstanbul bedenine her gün sahip olunan bir kadındır, ama ruhunun hep bakire kaldığını düşünür. Gerçekten öyle midir?
İstanbul’u İstanbul yapanlar az değildir. Lodos, Poyraz, martı, kumru, kedi bunların başında gelirse de, azımsanmayacak rolü olanlar: Adalar, ada faytonları, ahşap evler, mimozalar, hisarlar, erguvan ağaçları, yalılar, Sinan’ın yapıtları, camiler, dar sokaklar, bir salıncağı mutlaka kırık olan çocuk bahçeleri, küçük ilkokullar, arnavut kaldırımları, kuleler, fahişeler, bıçkınlar, meyhaneler, eskiciler, çöpçüler, sarhoşlar, Boğaz’a yukarıdan bakan köşkler, mezarlıklar, trenler, vapurlar, yağmurdan sonra kaldırımlara serilen salyangozlar, dünyanın en sıcak bakışlı sokak köpekleri, anılarımızdaki bekçi düdükleri, kışın geçen bozacılar, gözlerimizde parlamalar bırakmış kalaycılar, tek tük kalmış sütçüler ve içimizi yaşama sevinciyle dolduran daha nice şeylerdir.
Ocak ayı gelirken yılbaşı telaşı başlar İstanbul’da. Bu güzel kent, eskiden, yani Musevilerin, Rumların, Ermenilerin, beyaz Rusların, tüm azınlıkların, Türklerin mutluluk içinde yaşadıkları günlerden kalma bir alışkanlıkla yılbaşına hazırlanır. Nişantaşı, Beyoğlu, Bağdat Caddesi ışıklanır, yılbaşı çamlarıyla, çiçekleriyle, süsleriyle, noel babalarla, hediye paketleriyle, dükkânların vitrinlerine yapıştırılmış kar benzetmesi pamuklarla, simlerle, boncuklarla hüzünlü bir yıl değişimine girecektir. İnsanlar soğuklarda, iş çıkışlarında acele hediye paketleri yaptırırken bir başka şiir daha yazılır sokaklarda.
 
Bu duraktan bu otobüs

Ne zamanları geçer

Sorarım, gülerler:

Bekle, Baba!

 

Beklerim kış yaz ayaz

Kuyruklarda

İstanbul’da yaşıyorum

Yaşamaksa.”[6]

Kışın İstanbul’un en güç mesleklerinden biri de pazarcılıktır. Sabahın erken saatlerinde pazarın kurulacağı sokaklara girer kamyonlar. Kimileri geceden gelir, park eder uyurlar. Sabah demir ayaklar dikilir, tenteler bu ayaklara gerilir, tezgâhlar kurulur. Sabah müşterisi, malın en iyisini arayan, paradan yana sorunu olmayan müşteridir. Öğleden sonra satış hızına bağlı olarak ucuzluk başlar. Akşam pazarı olduğunda tezgâhlarda kalan son mallar yarı fiyata inmiştir. Pazarcılar artık üşümüştür. Son birkaç kiloyu satmak onlara bir şey kazandırmayacaktır. İşe o zaman en yoksullar pazara gelir. Ya yok pahasına ya parasız, geriye kalan çürük sebzeyi, meyveyi alırlar pazarcıdan.
 
“…

Çarşılarda bir şey

Biz pek aramazdık çocuklar olmasaydı.


Kasaplarda manavlarda bazı yorgun kadınlar

Hep de tenha saatleri seçerler

Sonra yavaş bir sesle

Çocuk için hasta kaç gündür yemiyor

Biraz et biraz meyva isterler.

…”[7]

Böylelikle birkaç mutfak daha o akşamı kurtaracaktır. Akşam olur, pazarcılar kamyonlarına biner, kentin bir başka semtine doğru yola çıkarlar. Sokaklar uçuşan naylon torbalarla, sebze meyve artıklarıyla, kâğıtlarla, parçalanmış kasalarla doludur. Çöp kamyonları beklenmeye başlanır. Bu artıkların bile alıcısı vardır aslında. Belediye çöpçülerinden önce başka çöpçüler gelir pazar yerlerine.
Yaz kış sokakları aşındıranların başında, topladıkları çöpleri, el arabalarında, devasa çuvallar içinde taşıyan gençler, Çingene kızları gelir. Çevre yollarında belirli saatlerde çöpleri teslim alan kamyonları bekler, çuvallarını boşaltır, yeniden sokaklara dalarlar torbalarını doldurmak için. İstanbul’un taşı toprağı altındır denir, ama bu altın nasılsa altından başka her şeye benzer. En çok da çöpe... Çöpleri önce çöp toplayan çocuklar, sonra kediler, kargalar, yere dökülenlerini ise köpekler ayırır ve böylelikle belediye çöpçülerine az iş kalır.
İstanbul, Ocak ayını oldukça soğuk geçirse de, en belalı ay Şubat’tır. Kısa mısadır ama bir günü başka ayların iki gününe bedeldir desek yeridir. Kar genellikle bu ayda yağar İstanbul’a. Geçmiş yılların en şiddetli son kışı 1954 yılında yaşanmıştır. 24 Şubat günü İstanbul Boğazı buzlarla kaplanmış, Boğazın bir yakasından ötekine yürüyerek geçilmiştir. Bu soğukta balıklar da sersemlemiş, su üstüne çıkmış, elle toplanmışlardır. İstanbul’un tarihinde böyle az sayıda kış vardır. Çok yaşlıların anımsayabildiği 1929 kışı da bunlardan biridir. İstanbul’un altın boynuzu Haliç donmuş; Boğazda biriken buz kütlelerinin üzerinde yürüyerek karşıdan karşıya geçilmiştir. Kuşlar elektrik tellerinde, tavuklar kümeslerinde kaskatı kesilmişler, İstanbul’un uyanık sokak kedileri elektrik tellerinin altında kuşların aşağı düşmesini beklerken donma tehlikesi geçirmişlerdir.
Her mevsim, meyvesiyle sebzesiyle gelirdi eskiden. Şimdilerde her meyve her zaman bulunuyorsa da, kimi yiyecek içecek mevsimlerin müjdecisi olarak görünürler tezgâhlarda, sokaklarda. Kış müjdecilerinin başında kestane gelir. Soğuklar arttıkça kestanecilerin sayısı da artar. Küçük bir mangalın içinde yanan kömür, kestanecinin hem sobasıdır, hem tezgâhı. Küçük bir de terazi durur mangalın bitişiğinde. Bir kefesinde bir elli gram, bir de yüz gram ağırlık ile. Tam o kadar kestaneyi içine alabilecek iki boy da kesekâğıdı bulunur. Zaten alınacak kestane de bu miktarları geçmez. Doyumluk değil, tadımlıktır. Bir dostluktur… Bir avuca sığmalıdır ki sinemaya girinceye kadar avucu ısıtsın. Kestanecinin el çabukluğuyla kesekâğıdına önce kurtlu kestaneleri koymasını çoğu müşteri görmezden gelir. Ne yapsın kestaneci, kestanenin içinde midir, bilmez ki!..  Kese kâğıdındaki beş kestaneden biri kurtlu çıkarsa kimse bir şey demez de ikisi, üçü çıkarsa geri dönüp değiştirmeye kalkabilir. Bunu bildiğinden kestaneci herkese adil davranır. Elli grama bir kurtlu, yüz grama iki kurtlu kestane hem kimseyi kızdırmaz, hem kestaneciyi zarar ettirmez. Kimi müşteri, proteinli mi kestanen diye sorar. Bu soru hem bir şakayı barındırır; hem de kurtlu kestaneyi bana verme, uyarısıdır. Bir şey değişmez sonunda. Kestanecinin adaletini kimse bozamaz.
Ocak ayındayız ya, ayvaya artık alışıldı. İki üç aydır manav tezgâhlarında, pazarlarda bolca görülüyor. Eskiden, ayva çoksa kış sert geçecek derlerdi, şimdi İstanbul’da bu tahminler de tutmuyor. Elma ve armut da uzun zamandır bizimle birlikte. Mandalina, portakal yaz boyu büyük marketlerde vardı, ama tatları şimdi geliyor. Mevsimlerini buldular çünkü. Anadolu’dan Harem’e ekim kasım aylarında gelen otobüslerden inen tarhana, turşu, salçanın yarısı bitti evlerde. Kışın soğuğunda tarhana çorbası olmazsa olmaz. Yemekten sonra da tahin pekmez ne güzel gider. Küçük çocuklara, sabahları okula gönderirken içirilecek bir fincan pekmez hem güç verir, hem soğuktan korur. Yiyecek, içecek ne varsa bu kış mevsiminde insanı korumaya yarar.
Kış gecelerinde sokaklar eskiden bekçilerden sorulurdu. Düdüklerini çalarak dolaşan, kimi zaman çocukların korkutulduğu, ama filmlerde, öykülerde babacan, dost bekçiler... O düdük sesleri evlerinde rahat uyumasını sağlardı insanların. Bekçilerle bozacıların kimsenin bilmediği dostlukları vardı. Şimdilerde bozacılar yalnız kaldı. Onların da sesini evlerdeki televizyon sesleri bastırıyor. Büyük şirketlerin bozaları marketleri doldurdu dolduralı, kalın kazaklarının üstüne giydikleri beyaz önlükleriyle, ceplerindeki toz tarçınla, sarı leblebiyle kenar köşe semtlere çekildi gecenin bozacıları…
Kestaneciler, kışın geldiğinin müjdecisiyse, bozacılar sertleştiğinin habercisidirler.
İstanbulluları iki kıta arasında taşıyan yolcu vapurları ile motorlarında çay ve kahveden başka, kışın bulunan içeceklerden biri salep, öteki ıhlamurdur. Ihlamur, sonbaharın sonuna doğru görünür. Mevsim değişiklikleri İstanbul’a nezleyle, griple gelir. Tüm kent aksırıp tıksırmaya başlar. O zaman şifalı otların kraliçesi ıhlamur, evlerde, kahvelerde, vapurlarda yerini alır. Salep ise, azalan orkideler, pahalılaşan salep tozu yüzünden, nerede o eski salepler, dedirtecek kadar sulanmış, sütle desteklenmiş, tarçınla tadını bulmaya çalışan bir zavallılıkta da olsa, üşümüş ellere, göğüslere iyi gelir.
Saleplerin, ıhlamurların, çayların, dost sohbetleri, tavla şakırtıları, şakalar, küfürler eşliğinde başka bir tatla içildiği yerler semt kahvehaneleridir.
Kışın kahvehaneler bir başkadır İstanbul’da. Yazın kapı önlerine çıkarılmış sandalyeler içeri alınmış, açık pencereler kapatılmış, sobalar kurulmuştur. Kahvehanenin kömür sobası ara sıra is kokusuyla, kimi zaman üstüne konan mandalina kabuğuyla tam ortada, kara bir güneştir. Sabah erken saatlerde yandaki bakkala ekmek arası peynir yaptıran inşaat işçileri, hamallar, su bardağına doldurulmuş demli çayı sobaya yakın bir masada içip kısa sohbetlerle gün boyu harcayacakları insan sıcaklığını iyice doldurmaya çalışırlar içlerine. Başka türlü günün acımasız soğuğuna, karşılaşacakları bir günlük işverenin nasıl çıkacağı belirsiz yüreğine dayanmak güç olabilir. Onlar gittikten sonra mahallenin emeklilerine sıra gelir. Evde kahvaltılarını yapmış, boyunlarında atkıları, başlarında kasketleri, üstlerinde eski uzun paltolarıyla, kâğıt ya da tavla oynamaya gelmektedirler. Yıllarca sabah erken saatlerde bir işe gitmiş olmak, kahveye de aynı bağlılıkla devam etmeye alışmalarını kolaylaştırmıştır. Bir de evde, benim başımda durma, diyen kadınların kovalamasını yabana atmamak gerekir tabii. Öğle yemeği sırasında emekliler evlerine yemek molasına giderler. Bu arada kahve şöyle bir havalandırılır. Yine de masa örtülerinde sigara yanıklarını yok etmek nasıl mümkün değilse, kahveye sinmiş sigara kokusunu, çay ocağının rutubetini, sobanın isini, havalandırmakla yok etmek mümkün değildir. Akşama doğru kahvehane iyice ısınıp camlardaki buğu arttığında, sabah işe gidenler dönmeye başlarlar. Ya az ilerideki çorbacıda yarım ekmekle bir kâse çorba içmiş, gün iyi geçtiyse bir de güzel yemek yemişlerdir ya da yine peynir ekmeğe talim edeceklerdir. Yorgunluk, birkaç bardak çay içtikten sonra düşmeye başlayan gözkapaklarından akarken yakındaki bekâr odalarına gitmek için kalkarlar. Bu kez de İstanbul’da gün kurtarılmıştır ya, yarına Allah kerimdir.
Bekâr odaları, İstanbul kışlarının en sert geçtiği evlerdir. Sıvaları bile tamamlanmamış yapılarda, ısıtmanın ya hiç olmadığı ya da bir mangalın biraz yakılabildiği, kimi zaman ranzalarla, kimi zaman yer yataklarıyla doldurulmuş en ucuz otelleridir İstanbul’un. Uzak köylerden umutlarla gelinip bir arada olmanın, bir bağlamanın çevresinde yoksulluğu, benzer dertleri paylaşmanın buruk dayanışması vardır bu odalarda. Yazın katlanılsa da, kışın soğuğun, yağmurun, kırık pencere camlarına yamanmış naylonların arasından giren rüzgârın dirençleri kırmaya çalıştığı bekâr odalarında, geceleri kimsenin bilmediği düşler görülür.
Bekâr odalarında kalanların yolları pazarlarda, inşaatlarda, çöp toplarken bidonların önünde kesişir. Çöp bidonlarının yanlarında, sokak kedileri soğuktan, göğüslerini ön ayaklarının üstüne yerleştirmiş, burunları akıntılı beklerler. Çöp toplayanlarla aralarında gizli bir anlaşma vardır. Kediler, çöplerin altlarından çıkan yiyecek artıklarını beklerler çöpçü çocuklardan.
Biraz daha iyi semtlerde yol kenarlarında Çingene çiçekçiler, üst üste giydikleri renkli kazakları ile tezgâhlarına benzerler. Çok soğuk günlerde tezgâhın arkasında ateş yanıyorsa, orada, bir büyük kutunun ya da eski bir çocuk arabasının içinde uyuklamakta olan bir bebek de vardır mutlaka. Çingene çiçekçiler İstanbul caddelerinin renkleri, kokularıdır.
İstanbul, farklı yüzleriyle farklı insanlara farklı bakar. Kimine gülümser, kimine somurtur. Kimine mutluluktan, kimine acıdan çığlık attırır. Çelişkiler kışları artar. Soğuk, İstanbul’un farklı yüzleri arasındaki uzaklığı büyütür.
“…
Kar yağsın, elbette seyrine doyulmaz,
İpek işlemeli perdeler arasından,
Camları kırık pencereden değil!
…”[8]
Çingene kızlarından değil de şatafatlı çiçekçilerden alınan çiçekler, kentin varlıklı caddelerindeki evlere, lüks otellere, galerilere, restoranlara gider. Sabah erken saatlerde balık hallerine gelen balığın en gösterişlisi bu pahalı oteller ve restoranlar için ayrılır. Bundan yüz yıl önce İstanbul Boğazında bir aşağı bir yukarı volta atan kılıç balıkları kaçıp ya egenin açıklarına ya Saroz körfezine gitmişlerdir ve o kadar azalmışlardır ki, yalnızca bu otellerin, restoranların müşterilerine görünürler. İstanbul’un bu büyük turistik otellerinde İstanbul’u yüzeyden “seyretmeye” gelen turistler bulunur. Kış günleri sıcak otobüslerle müzelere bir uzanıp, otellerindeki dükkânlardan ya da hanutçuların götürdüğü yerlerden alışveriş yapar, sıcak ve Boğaz manzaralı odalarına dönerler. İstanbul’un pazarlarını, Eminönü balıkçılarını, meyhanelerini görmeden birkaç İstanbul kartpostalına bıkıp gitmiş olurlar.
Her kent için aynıdır. O kenti tanımak zaman alır, emek ister, ama İstanbul, tanımak için belki de en çok emek isteyen kenttir.
Şubat sonu gelirken cemreler beklenmeye başlar. Cemreler, yeryüzüne düştüğüne inanılan ateşlerdir. İlki havaya düşer, şöyle bir ısınır dünya, ama geçicidir. Biraz daha direnir kış, bir ateş daha düşer, bu kez suya. Dünya biraz daha dirilir, toprağın altında bir kıpırtıdır başlar. Toprak, kendini canlandıracak üçüncü ateşi çeker kendine sonunda. Cemreler bitince kış da bitmiş olur. Sonraki rüzgârlar artık önemsenmez, bilinir ki kuzey yarıküre artık uzunca bir süre kurtulacaktır kışın acımasızlığından.
Karın altındaki tohum harekete geçmeye hazırdır artık.
 
“Ne güzeldi o kış bahçesinde
Güllerin çok derinlerde çalışan uykusu
Sana bir bahar hazırlamak için.
 
Dallar, filizler, eski masal dilberleri gibi
Hüzne ve hülyaya gömülmüş,
Doğmamış çocuklara
Ninni söylüyorlardı sanki.
Ana rahmi gibi sıcak ve yüklü idi hava.
İyi mayalanmış hamur gibi
Gizli nabızlarla atıyordu toprak...”[9]
 
İstanbul’da mevsimleri anlamak için şiir ne kadar gerekliyse, şiiri tamamlamak için de İstanbul öyle gereklidir. Farklı mevsimleriyle, renkleriyle, kokularıyla, rüzgârlarıyla İstanbul, insanı hülyalar içinde yaşatırken, hayatın şiirini de okur kulağına. Duymak için biraz kulak kesilmek gerekir belki, hepsi o kadar.
 
[1] Adil İzci
[2] Cahit Sıtkı Tarancı
[3] Behçet Necatigil
[4] Faruk Nafiz Çamlıbel
[5] Nazım Hikmet
[6] Behçet Necatigil
[7] Behçet Necatigil
[8] Cahit Sıtkı Tarancı
[9] Ahmet Hamdi Tanpınar



SONBAHAR / Mario Levi

Sonbaharı İstanbul’da Yaşamak

Bana çocukluğumun sonbahar günlerinden kalan, hiçbir zaman unutamayacağım bir göç fotoğrafı vardır. Dönüş vakti gelmiştir artık. Tabii aynı zamanda bir başka ayrılık vakti de...
İstanbul’un Asya ile Avrupa yakaları arasındaki bölünmüşlüğünün çok daha derinden hissedildiği günlerdi o günler. Köprüler henüz hayatlarımıza girmemişti. Şehir bugünkü kadar büyümemiş, farklılıklarını yitirmemişti, denizine böyle küsmemişti. Hatırlamaya başlayınca gözlerinin önüne neleri ve kimleri getirmiyor ki insan...
 
Önce Yaz Vardı
O çocukluk günlerimde Şişli’de yaşardık. Aslında Şişli’yi yaşardık demek daha doğru galiba... İfadedeki bu ince ayrıntıyı hep sevmişimdir. Belki de bu yüzden İstanbul’da yaşamakla İstanbul’u yaşamak arasında bir fark vardır demişimdir hep. Nasıl böyle hissetmem ki... Okuduğum okullar bu semtteydi. Arkadaşlıklarımın, kaygılarımın, kırgınlıklarımın, sevinçlerimin, sokak oyunlarımın, futbol heyecanlarımın, kaçak yaşamalarımın birçoğunu bu küçük coğrafyada doğurdum. Benden ilk duygusal fırtınaları, yangınları uyandıran sinemalarımı, tiyatrolarımı, sokaklarımı, muhallebicilerimi, mezecilerimi, balıkçılarımı, Pazar yerlerimi ve ev içlerimi de... Duygusal iklilimi inşa eden öteki semtlere de hep buradan gitmiştim. Feriköy, Kurtuluş, Osmanbey, Nişantaşı, Teşvikiye... Dolmabahçe Stadı’ndaki futbol maçları... Sadece bu kadarıyla kalmıyordu. Yaz göçlerinin de başladığı yerdeydim aynı zamanda. Bittiği yerde de... Oraları yaz aylarında bugünkünden daha çok terkedilmişliğe bırakılırdı. Gidenler arasında biz de vardık. Okulların kapanması ve Haziran ayının gelmesiyle birlikte, nerdeyse üç ay süresince kalacağımız, mevsimliğine tuttuğumuz Erenköy’deki, Kantarcı’daki, Suadiye’deki, Plajyolu’ndaki ya da Caddebostan’daki o evlerden birine gitmeye hazırlanırdık. Ne hazırlıktı ama... Göç için tanıdık nakliye şirketlerinin işi çok iyi bilen elemanları çağrılırdı. Evin en değerli eşyaları arasında yer alan buzdolabı, çamaşır makinası, sonraki yıllarda da siyah beyaz televizyon özenle bettaniyelere, ya da battaniye gibi kalın kumaşlara sarılır, yazlık eve taşınırdı. Vapurla elbette... İki yaka henüz karayoluyla birbirine bağlanmamıştı ya... Bu eşyaları taşırken, çok önemli bir aleti de kesinlikle unutmamak gerekiyordu ama: transformatör!.. Avrupa yakasında elektrik akımı 110, Asya yakasındaysa 220 volttu ve o değerli aletlerin çoğu hayatın daha çok geçtiği Avrupa yakasına göre yapılmıştı çünkü.
“Karpuz kabuğunun denize düştüğü” günlere gelmiştik. Yaz aylarını benim gibi sabırsızlıkla bekleyenlerin büyülü cümlelerinden biriydi bu. Denizin bizi o plajlarıyla, sıcacık kumuyla beklediğini hatırlatırdı çünkü. Kadiköy’den Pendik’e, hatta Tuzla’ya kadar uzanan sahilin plajlarla dolu olduğu olduğu bir İstanbul’u düşünebiliyor musunuz?.. Tabii denizle ve deniz için yaşananlara sadece geceleri, hava karardıktan sonra gidilebilen yazlık sinemaları da, öğle sonralarının, akşamların dondurmalarını da eklemek gerekiyor. İşte bir fark daha: dondurma bu şehirde sadece yaz aylarında yenirdi, bu nedenle de hep yazı hatırlatırdı. Bugünküler kadar iyi, lezzetli değildi o günlerin dondurmaları doğrusunu söylemek gerekirse. Gelgelelim başkasını bilmeyince, elindekinin keyfine varmayı da bilebiliyordu insan. Hele hele bir de çocuksanız... Mahalleye o öğle sonralarında beyaza boyanmış tahta el arabasıyla gelen, beyaz giysili dondurmacının yolunu gözlüyorsanız. O gün daha büyük bir dondurma almak için annenizden veya bir büyüğünüzden fazladan bir harçlık koparabilmişseniz... Aradan yıllar geçtikten sonra bir yerde, bu dondurmaların Uludağ’dan getirtilen karla yapıldığını okudum. Bu kara limon, şeftali, kayısı, çilek, çikolata aromalarıyla boyaları katılıyormuş. Doğru mu?.. Bilmiyorum. Ancak burada durmak bana yetiyor. Hikâyelerle nefes alıp veren insanların yaşadığı bir dünyaya aitim ben de sonuçta...
 
Şehrin Kalbine Dönmek
Sonbaharın göç fotoğrafı bu zamanları da barındırıyordu işte... Hüzün de buradaydı, buruk sevinç de... Sevinçteki burukluk sadece o evlerin bahçelerinin bir kez daha bırakımaya zorunlu kalınmasından kaynaklanmıyordu elbette. Tatil zamanının bitmesi ve okulun tekrar başlaması karşısında hangi çocuk sevinç duyar ki... Hele hele bir de benim gibi okulla hiçbir zaman barışmamış bir çocuksanız... Yaz günlerinden bir şeyleri biriktirmişsinizdir bir kez daha. O şeyleri nasıl adlandırabilirseniz, adlandırmak isterseniz artık... Bir başka deyişle okulda yeniden karşılaştığınız arkadaşlarınıza anlatacaklarınız, göstermek istedikleriniz vardır. Belki de onlara gösteremedikleriniz, söyleyemedikleriniz... Okulun soğukluğuyla, her anlamdaki soğukluğuyla bir daha karşılaşmanın kırıklığı, iç burkuntusu... Ya yaşadıklarınızın sadece sizde kalmasını tercih ediyosanız?.. Yaz aylarından en çok hep kaçmaya, kurtulmaya çalıştığınız yalnızlıklarınızı getirmişseniz?.. Yalanlar, kaçışlar, yan çizmeler... Bu yalnızlıklardan yıllar boyunca bir lanetten kaçarcasına kaçtım. Onların bana gösterdikleriyle yüzleşmemek, karşılaşmamak için elimden geleni yaptım. Sonbaharın hüznü kişiliğimi inşa edecek kadar güçlüydü bu nedenle.  Kaderimin bana yaşattığı gerçeği buruk bir gülümsemeyle hatırlıyorum şimdi. Duyduklarımın beni içten içe, ne zaman bitirebileceğimi hâlâ bilemediğim bu uzun ‘yazı’yı yavaş yavaş hazırladığını nerden bilebilirdim ki?.. Artık kaçmıyorum, dahası o günlere dönebiliyorum. Yazabiliyorum çünkü. Yazabilmek için kaybetmek, daha da önemlisi kaybetmeyi öğrenmek gerekiyormuş demek...
Şehrin sonbaharları, tıpkı ilkbaharları gibi, bugünkünden daha mı uzundu?.. Sorunun cevabını hemen veremiyorum. Evet diyesim geliyor ama, pek de emin değilim doğrusu. Belki bu da bir yanılsamadır. Geçmiş bazen insana, aslında yaşandığından daha güzel görünür ya... Ben çocukluk yıllarıma da, gençlik yıllarıma da hiçbir şekilde dönmek istemediğimi defalarca söyledim. Asıl önemlisi, o yaşananlardan hikâyeler çıkartabilmekti. Şimdi de öyle... Belki de İstanbul’un çoktan tarihe karışmış bazı yüzlerini gördüğüm, içselleştirebildiğim için talihliyimdir. O sonbahar günleri, yağmurlar henüz şehre düşmeye başlamışken, biz artık yazlık evlerimizden ‘şehre’ dönmüşken, o Pazar günlerinde paylaşılanların hatırlattıkları da bana çok dokunur bu nedenle. Pazar sabahlarının Şişli’den Boğaz gezmelerine gitmekle de anlam kazandığını Orhan Pamuk’un “İstanbul” adlı kitabında okuduğumda çok duygulanmıştım. Ne kadar da benzer deneyimlerden geçmişiz. Bizim kuşağın kaderinde böyle küçük şehir yolculuklarıyla, bu yolculuklarda sözü edilmeden paylaşılan yalnızlıklar mı vardı?.. Bilmiyorum. Ancak o sabahlarda oraya gidişlerin bana verdiği heyecanı iyi hatırlıyorum.
 
Bir İklimin Rengi
İstanbul’un renginin, bendeki en anlamlı renginin mavi olduğuna, bu görüntüleri hatırladığımda, daha çok inanırım. Maviliği veren denizdi elbet. Oralarda farklı yazlıklardan, o günlerdeki adıyla sayfiye yerlerinden dönmüş tanıdıklara rastlamaksa aynı şehirde, aynı iklimi paylaşma, soluma anlamındaydı. Her görüntünün bir başkasını çağırması kaçınılmazdır artık. Bu şehrin sonbaharının en güzel taraflarından biri de nedir bilir misiniz?.. Balık avlanma yasağının bitmesi... Bir başka deyişle mevsiminin başlaması... Yeter ki her geliş, ya da dönüş sıralı olsun... Önce palamut gelmeli. Çingene palamutu, palamut, zindandelen, torik... Nereye mi gidiyoruz?.. Lakerdaya tabii... Ama yavaş yavaş, sıralı, mutlaka sıralı, dediğim gibi... Beklenmedik bir lüfer akının palamutu kaçırması işten bile değildir çünkü... Dikkatinizi çekmek isterim. Onlar da göç balıklarıdır. Tıpkı bize çirozu veren, ancak artık bu sularda nerdeyse görmez olduğumuz uskumru gibi...
İstanbul bir göç şehridir, evet. Tarih bu gerçeği bize fazlasıyla göstermiştir. Şehir de bu yüzden hüzünlüdür aslında. Hele hele herkesin farklı göçünü yaşadığı sonbaharda...
Göçler ve hatırlattıkları... İnsanlar gider. Kimileri döner, kimileri dönmez. Mevsimler gider, yenileri gelir. Ama asıl önemlisi, bizi en çok yaralayanlar o ruh göçleri değil midir?.. Galata Kulesi’nin terasından Haliç’e bir sonbahar akşamında baktığınızda, hava açıksa eğer, güneşin batışından hemen sonraki laciverdin nasıl da eşsiz, benzersiz bir lacivert olduğunu görebilirsiniz. Bu benzersizliği doğuran nedir?.. Yanıtları şehrin tarihi saklar. Bu tarihle yaşamak da, yüzleşmek de sizin elinizdedir. İstanbul o zaman İstanbul’dur çünkü. Karanfillerin artık eskisi gibi kokmamasından kaç insan acı duyuyor?.. Kim bilir... O koku ne çok insanı birarada tutmuştu oysa... İstanbul’da sonbahar hâlâ güzel, diyordu bir şarkı.
İstanbul’da sonbahar hâlâ güzel... Yaşamaya veya yazmaya devam eder miydik öyle olmasaydı?.. 



YAZ / Nemika Tuğcu

Taşrali Kiz
Sabah serinliği…Mor salkımlarla örtülü çardağın altındayım. Birazdan hafif bir rüzgâr çıkacak, denizin üstünü örten sis aralanacak, Beylerbeyi Sarayı’nın, uzaklardan, karşı kıyıdan Topkapı Sarayı’nın, Ayasofya’nın, Yeni Cami’nin, Beyazıt Kulesi’nin, Galata Kulesi’nin  silueti görünecek. Günün ilk sesleri başlayacak; ilk otobüsler Havuzbaşı’ndan kıvrılıp Beylerbeyi’ne doğru gidecek ve ağaçların arasında kaybolacak; ilk vapur bacasından siyah dumanlar salıp gelişini haber vermek için iskeleye yanaşmadan iki uzun düdük öttürecek.  Parke taşların üzerinden vapura koşanların ayak seslerini duyacağım. Geç kalanları uyarmak için iki kısa düdük öttürecek kaptan. Yetişemeyenler, uzaklaşmakta olan vapurun arkasından hayıflanacaklar. Kimi Üsküdar dolmuşunun kuyruğuna girecek, kimi de bir sonraki vapuru bekleyecek. Sis kalkacak, güneş daha çok ısıtacak. Hava ısındıkça çiçek  kokuları yoğunlaşacak.

7.30 vapuru Beylerbeyi iskelesine yanaşırken ben de yokuştan aşağı ineceğim. Kalaycı Salih Efendi, dükkânına doğru yürürken penceresinin önünde ilk sigarasını ve çayını içen berber Nuri Bey’e, “Sabah şerifleriniz hayrolsun”, diyecek., Dükkânını çoktan açmış olacak Helvacı Osman;  kasap Muammer beyaz önlüğünü takmış, ”Uğurlar olsun” diye seslenecek geçenlere. Fötr şapkalı adamlar, çantaları ve ayakkabıları döpiyeslerine uygun şık hanımlar, uyku mahmurluğunu atamamış öğrenciler, ellerinde çantalarıyla hızlı hızlı iskeleye doğru yürüyecekler. Uykularını çoktan yitirmiş, Çınaraltının yaşlı müdavimleri yün kazaklarının üstüne giydikler ceketlerinin yakasını kaldırıp, ellerinde sigaraları, geçip giden ömürlerinin muhasebesini yapacaklar. Kediler kıyıda yerlerini almış, ilk gelen sandaldan kısmetlerini bekleyecekler. Sabah gazetelerini almak için büfenin önünde, bilet almak için gişede kuyruğa girenler selamlaşacak… Vapura binip, okulun yolunu tutacağım ben de…

Kitabımın üzerine mor salkımın solgun çiçeklerinden biri düşüyor, bir daha, bir daha…

Yıl, 1963. Mevsim, bahardan yaza dönüyor. Onlarca belki yüzlerce bitki topraktan başını uzatmış, buram buram İstanbul kokuyor her yer.  Kabıma sığamıyorum. Okulun son günleri; ders çalışmak için erkenden indim çardağın altına. Ne mümkün!…En küçük bir kıpırtı, bir ses caydırıyor beni. Minnoş, bahçede bir tek kertenkele bırakmayan avcı kedimiz kucağıma yerleşiyor. Tüylerini okşuyorum; şarkısını söylüyor mrıl mırıl.

Okuduklarımdan bir şey anlamıyorum; dahası ders çalışmak istemiyorum. Okulu sevmiyorum; öğretmenleri de sınıf arkadaşlarımı da. Coşkun, taşkın bir ırmak gibiyim. Sevincim bir anda hüzne, karamsarlığa dönüşebiliyor. Okuduğum romanlarda, öykülerde yaşıyorum. Onların başkahramanıyım. Yaşım on yedi…

Adile Sultan’ın Sarayı’nda okuyorum ben. Sultan Abdülaziz’in kız kardeşi Adile Sultan’a armağan edilmiş görkemli bir yapı.. Ön cephesindeki iki mermer merdivenle girilen okulun yüksek tavanlı geniş derslikleri, kristal aynalı muhteşem salonları var. 1856’da mimar Sarkis Balyan tarafından yapılmış. Öğrencilerin çoğu bilmiyor bunu.

Ders yılı başladıktan iki buçuk ay sonra geldim bu okula. Lisenin son sınıfını Kandilli Kız Lisesi’nde, kuzenlerimin de okuduğu bu okulda okuyacağım. Öyle sevinçliydim ki!

Babamın İstanbul’a tayini çıkınca, kışları çok soğuk, yazları çok sıcak geçen kurak bir Anadolu kentinden, Kayseri’den, yağmurlu bir kasım ayında geldik İstanbul’a. Ben çok küçükken ölen, hayal meyal hatırladığım belki de çok anlatıldığı için hatırladığımı sandığım  büyükbabamın Çengelköy’deki köşkünün selamlığına yerleştik.

“Lodosun gözü yaşlıdır” diyordu büyükler. Aylarca süren lodos ve arkasından gelen yağmurlar hiç kesilmedi bahara kadar.. Her yıl yaz aylarında geldiğimiz için bu kentin tek bir mevsimini, o büyülü, olağanüstü yazını yaşıyordum yalnızca. Oysa bu kentin sonbaharı, arkasından gelen kışı ve ilkbaharı vardı. Onlarla yeni tanışıyordum.

Sürme pencerelerin aralıklarından, taban tahtalarının arasından giren rüzgâr evin içinde dolaşıyordu. Sobalar tütüyor, her taraf duman oluyor, pencereleri açınca da ev buz kesiyordu. Böyle günlerde mangal yakıyor, kömürler kor olunca odaya alıp etrafına diziliyor, yatmadan az önce de yangın çıkma olasılığına karşı dışarıya çıkarıyorduk. Dam aktarılmadığı için yağmur kiremitlerin arasından sızıp en olmadık saatte, çoğunluk geceyarısı uykumuzdan ediyordu bizi. Leğenler, kovalar, yetmezse aşure tencereleri habire dolup boşalıyordu.

Büyükler hoşnut olmasa da biz çocuklar için eğlenceli bir telaştı bu. Kimse görmesin diye mutfak kapısından dışarı çıkıp şimşeklerin havada çizdiği zikzaglara bakıyordum, birden gündüz gibi aydınlanıveren sonra simsiyah gecede kaybolan köşk, ağaçlar,  bir film karesine dönüşüveriyordu hemen. Adam akıllı ıslanıyordum.

Kışın başka semtlerde oturdukları için amcalarımın, halamın, babaannemin ve çocuklarının yaz başında geldikleri köşk, onlar gelinceye dek yalnız bir yaşlı adam gibi ıssız ve ürperticiydi. Birkaç ay sonra kalabalıklaşacaktı. Her pencereden bir baş uzanacak, bahçede yemekler yenecek, plaja, bahçe sinemalarına gidilecek, plaklar çalınacak, kuzenlerimle küçük partiler hazırlayacağız;  dans edilecek, belki aramıza yeni arkadaşlar katılacak büyükler izin verdiği kadar.

İstanbul’a temelli gelmeden önce yazın bir bölümünü Kızıltoprak’ta fıstık çamlarının gölgelediği bir köşkün alt katında kiracı olan büyük dayımın evinde geçiriyorduk.. Teyzelerimi, yengelerimi, küçük dayımı, çocuklarını toplayıp adalara, Caddebostan Plaj Gazinosu’na, Fenerbahçe’ye, Kalamış’a götürüyor büyük dayı.

Gencecik dul kalmış, siyahlar giyinmiş, şapkasının tülüyle yüzünün yarısını kapamış güzel bir Rum kadına hayran hayran bakarken, tramvayda kalıyorum. Küçük dayım bir sonraki durağa kadar koşup beni indiriyor. Annem, “Koskoca kız oldun, kendine sahip çıkamıyorsun hâlâ” diyor. Sırça kalbim kırılıyor, dahası utanıyorum.

Hovarda bir adam olan büyük dayı Çamlık Plajı’na götürüyor hepimizi, akşam kadar denize giriyoruz, güneş kırmızı bir top haline dönüşüp denizin içine yuvarlandığında yemeğimizi yiyoruz. Hava iyiden iyiye karardığında kocaman bir tekne yanaşıyor rıhtıma. Deniz kenarından topladığım şeytanminarelerini, denizyıldızlarını koyduğum küçük torbaya sımsıkı  yapışmışım; biniyorum tekneye. Ayın denizdeki parlak yolundan Büyükada’ya gidiyoruz. Küçük dayım yakamozları gösteriyor; o gün öğreniyorum denizin sırlarını.

 Öyle sevinçli, öyle coşkuluydum ki Çengelköy’e taşındığımızda; bahçedeki yabani kereviz yapraklarını, çam dallarını, kahverenginden kızıla dönmüş kuru ortancaları toplayıp vazolara koyuyordum, annemin, “kızım bunlar ot, çiçek değil” demesine aldırmadan. Artık bu kentin dört mevsimini de doya doya yaşayacak, sırtını Kandilli Korusu’na vermiş bir okulda, hem de , görkemli bir sarayda okuyacaktım.

Okula vapurla gidiyorum. Çengelköy’den Arnavutköy’e oradan –artık iskelesi kullanılmayan - Vaniköy’e sonra tekrar karşıya geçip Bebek’e, oradan da  Kandilli’ye geliyor vapur. Robert Kolej’in, Arnavutköy Kız Koleji’nin bazı öğrencileriyle öğretmenlerimiz de bu vapurda. İstanbul’da bir yakadan diğerine vapurla gidiliyor hep. Lodos olduğu günler vapur seferleri gecikiyor, fırtına şiddetlenirse kaldırılıyor..

Okula ulaşmak için iki yol var. Biri, bir sıra ahşap evin bulunduğu dik, kısa bir yokuş, diğeri basamaklarla çıkılan uzun bir yokuş. Ben büyük ahşap köşklerin olduğu uzun yoldan gitmeyi yeğliyorum çünkü her basamakta Boğazçi biraz daha önüme seriliyor. Adile Sultan Sarayı’nın çoğu yıkılmış eski taş duvar kalıntılarından ayakta kalabilmiş bir parçasında yıkılan taşlar doğal bir pencere oluşturmuş. Bazen onun içine girip oturuyorum, seyrediyorum Boğaz’ı.

Çoğunluk derse geç kalıyorum. Kapıda duran şişman, yaşlı bekçi beni öğretmen zannediyor. Büyükler kendi aralarında genç irisi diyorlar benim için. Alçak sesle konuştuklarını zannediyorlar.

Sınıfın en arka sırasında oturuyorum. Pencerelerden birinden korudaki ağaçlar, diğerinden Boğaziçi görünüyor. Arnavutköy, Bebek Koyu, Âşiyan Mezarlığı, Tevfik Fikret’in evi, Rumelihisarı, Emirgân…Rüya gibi.

Toprak ısınınca, ilkin mineler başını uzatıyor, sonra papatyalar ve nergisler açıyor. Bahardan yaza ne zaman geçiyoruz anlamıyorum. Boğaz, pembeye boyanıyor hızla;  erguvanların ömrü çok kısa, dökülüveriyorlar. Leyleklar da aceleci; mor ve beyaz açıyor, kokularıyla bahçeleri şenlendirip gidiveriyorlar. İlkyaz içimi ısıtıyor, coşturuyor beni. Günün her saati, güneşin her açısı İstanbul’u değiştiriyor.

 “Taşralı bir kız” ım okulda. Sınıf  arkadaşlarımın çoğu ortaokula birlikte başlamış ve son sınıfa kadar gelmişler. Çalışkanı, tembeli, çift dikiş gideni, yaramazı, uslusu ..Birbirlerini iyi tanıyorlar. “Taşralı Kız”la konuşmuyorlar pek. Kendi arlarında oluşturdukları gruplara girmeye çalışıyorum, olmuyor; hepsi cahil.. Panait Istrati, Yaşar Kemal, Orhan Kemal diyorum edebiyat dersinde; öğretmenimiz “müfredatta yok bunlar” diyor. Sevdiğim müzik parçalarını yazıyorum karatahtaya. İçten içe böbürleniyorum, küçümsüyorum kızları.

“Kim yazıyor bu saçmalıkları?”

Küsüyorum.

Bir sabah Bebek’te iniyorum vapurdan. Okula gitmemeye kararlıyım. İskeleden çıkıp yürüyorum ama içim rahat değil. Bir gören olursa?… Hem nereye gideceğim?

Çaparilerine yem takmaya çalışan balıkçiları geçip Aşiyan’a doğru yürüyorum, mezarlığının yanındaki yoldan yukarı çıkıyorum. Hava güzel, etrafta kimseler yok. “Müze” tabelasını görünce sapıyorum, yavaş yavaş çıkıyorum merdivenleri. Yolun kenarındaki bir taşın üzerine oturup denizi seyrediyorum. Öyle sessiz ki burası, yemyeşil bir gizli bahçe…” Beni kimse görmez burada” diye tekrarlıyorum içimden, endişelerim azalıyor. Kitabımı açıyorum; Genç Werther’le baş başayım.

Bu kez romanın kahramanı değilim ama kahramana âşık oluyorum. Werther’in Lotte’ye duyduğu umutsuz aşk, beni sarıp sarmalıyor. Aşk böyle olmalı işte diyorum; yakıp kavurmalı. Gün batarken denize vuran, pencerelerde yansıyan güneş Werther’in ölümünü düşündürüyor. Geceleri sessizce odamın penceresinden çıkıp bahçede dolaşıyorum. Bitmesin diye yavaş yavaş okuduğum kitabı göğsüme bastırıyorum Werther’e sarılıyorum, onun acısını duyuyorum içimde. Böyle bir aşkın ölümle sonuçlanmasına dayanamıyorum. Werther beni yerden yere vuruyor.

Böyle bir aşk var mıdır?

Küçüksu Kasrı, Göksu Deresi, Anadoluhisarı karşımda. Mehtaplı gecelerde Göksu Deresi’ne kurbağa sesi dinlemeye gidilirmiş eskiden sandallarla. Gözlerimi kapatıp bunun nasıl bir eğlence, nasıl bir keyif  olduğunu hayal etmeye çalışıyorum. Biri merdivenleri çıkıyor yavaş yavaş. Her basamakta bastonun sesini duyuyorum. Tık…tık…tık…Biraz aşağıda Nigar Hanım’ın köşkü var. Şair, Nigar Binti Osman. Bu yaşlı adam oraya gelmiş olmalı.

Baston, oraya gitmiyor, yaklaşıyor. O halde müzeye geliyor o da.

“Müzeyi gezmek iyi, müzelik olmak fena…”

Gözlerimi açmıyorum geçip gider diye. Yaklaşıyor…

”Günaydın!” diyor bastonlu adam.

 Fırlıyorum yerimden, kitaplarım yere düşüyor. Müze müdürü Vecdi Bey karşımda! Aynı semtte oturuyoruz. Babamın ilkokul öğretmeni; kuzenlerimin de!

Ne yapacağım şimdi? Bu rastlantıdan daha büyük bir şanssızlık düşünemiyorum. “Günaydın!” diye geveliyorum. Hazıroldayım.

Vecdi Bey yüzüme bakıyor, sonra okul kıyafetime, kitaplarıma. Ben de ona bakıyorum, bir şey sormasın, diyorum içimden; ya da ben kaybolayım.

“Hadi beraber çıkalım” diyor. “Tevfik Fikret’i anlatayım sana, ödevini daha kolay yaparsın!”

Evet, ben Tevfik Fikret için ödev hazırlamaya geldim. Öyle ya! Ödev…Rahat bir nefes alıyorum.

İçeri giriyoruz. Bir görevli şapkasını ve çantasını alıyor Vecdi Bey’in. Önce çay içiyoruz. Sonra müzeyi dolaşıyoruz. Fikret’in üst kattaki odasına çıkıyoruz. Pencereyi açıyor Vecdi Bey,,,İlkyaz içeri doluyor. Küçüksu Kasrı, Göksu Deresi tam karşımızda. Salkımlarla sarmaş dolaş hanımelleri  ikinci kata uzanmış. Bahçede güller, kartopları, susamlar var. Kuş sesleri geliyor. Fikret’ten şiirler okuyor Vecdi Bey:

Siz, bir lâtif hâyalsiniz, bir güzel hâyâl

Hava lâtif, deniz rakid, âsuman mahmur

Edebiyatı Cedide yazarlarına geliyor sıra …Zamanın nasıl akıp gittiğin anlamıyorum; çok şey öğreniyorum. Akşam oluyor.

Hiçbir şey sormuyor, evdekilere selam göndermiyor, “Yine gel kızım” diyor. Vecdi Bey beni uğurlarken.

Merdivenleri koşarak inip Bebek iskelesine yürüyorum…

 
Okuldan ilk kaçışım…Son olmuyor. Önceleri herkesin üstümdeki okul formasını görünce “kaçak” olduğumu anladıklarını sanıyordum.  Sonra ben de unuttum okuldan kaçtığımı ve bunun ne kadar eğlenceli olduğunu fark ettim. Haftanın birkaç günü gitmem gereken yerlerdi oraları. Özellikle sınav olacağımız günler.

Önemli bir sorun, gerçek bir sorun var ama.  Okula gitmediğimiz günler için “mazeret mektubu” götürmek zorundayız. Veli’m her seferinde “Annenin haberi var mı?” diye soruyor. “Var” diyorum. Bu sözüm yeterli oluyor çünkü Ziyaver öğretmen, yani Ziyaver Teyzem, benim yalan söyleyebileceğime asla ihtimal vermiyor. Yalana öyle bir alışıyorum ki…Yine de bir gün devamsızlıklarımı anneme sorabileceği hiç aklımdan çıkmıyor.

İkinci kaçışım Beşiktaş’taki Resim ve Heykel Müzesi’ne. Uzun uzun dolaşıp resimlere bakıyor, notlar alıyorum. Asker Ressamlar ilgimi çekiyor. Onların naif duyguları olacağına, böyle resimler yapacaklarına inanamıyorum. “Askerler serttir, ciddidir…Bende hep bu duyguyu uyandırdılar.

Bazı günler öğle tatilinde okuldan çıkıyorum. Bekçi dönüp bakmıyor bile. Kızların beni kıskandıklarını hissediyorum. “Bekçi bir şey demiyor mu?” diye soruyorlar. Sonunda onlardan üstün bir yanım olduğunu anladıklarını vehmediyorum. Yürüyerek Vaniköy’e gidip iskelede kitap okuyor, dönüş vapuruna oradan binip tam saatinde Çengelköy’de oluyorum.


Bir başka gün, sabah vapuruyla Eminönü’ne gidiyorum. Vapurlar o tarihlerde Galata Köprüsü’ne yanaşıyor. Yürüyerek Eminönü’ne geliyorum. Düğmeci Kızlar’ın vitrinine bakıyorum. Üç Rum kızkardeş o dükkânda  Düğme, fermuar, tarlatan, ekstrafor, iplik satıyorlar. Masrafçı deniyor onlara. Çorap ta çekiyorlar. Kaçan çoraplarımızı atmıyor, çektiriyorduk o zaman. Şekerci Hafız Mustafa’dan akide şekeri alıp Mısır Çarşısı’na giriyorum. Baharatçılar, kumaşçılar, hasırcılar. saatçiler, turistik eşya satan dükkanlar ışıl ışıl; rengarenk vitrinleri dolaşıyorum. Annemle birlikte gittiğimiz gömlekçiden bir kumaş beğeniyorum.

Mahmutpaşa yokuşunu çıkarken babamın işyerine çok yakın olduğunu anımsıyorum birden! Kalbim küt küt atıyor. Geri dönemem, hızla Kapalıçarşı’ya atıyorum kendimi. Bedestende unutuyorum her şeyi. Eski paralar, heykeller, lambalar, antika takılar, kahve takımları, kristaller, yüzükler, küpeler, gümüşler, altınlar, pandantifler, bilezikler…

Zamanın geçtiğini fark etmiyorum. Vapura binmeden yağmur boşanıyor, Mavi gökyüzü ve güneş aldatıyor, “İstanbul havası” diyorlar, ne yapacağı belli olmaz.

Alaca karanlıkta sırılsıklam eve döndüğümde “Nerden geliyorsun?”  diye soruyor annem! “Ders çalıştık Nazan’la” diyorum. Yüzüme dikkatle bakıyor.Bu yalanı daha önce hazırlamıştım…

O yıl, Sahaflar Çarşısı’yla tanışıyorum. Bundan böyle, bugün nereye gideyim, diye düşünmeyeceğim. Cronin, Balzac, Sait Faik, Istrati, Emile Zola, Cahit Külebi,  Necati Cumalı, Turganyef, Steinbeck, Camu, Dostoyevski… Abdülhak Şinasi Hisar, bana eski İstanbul’u anlatıyor. Tozlu raflardaki kitapları indiriyorum, seçiyorum, ayırıyorum: sonra ayıklıyorum. Param yetmiyor bazen…Bırakıyorum. Bazıları da öğrenci olduğum içih “bir daha geldiğinde verirsin” diyor. Çınarların altındaki kahvede okumaya başlıyorum hemen.

Öyle zenginim ki!

Çok uzun sürmüyor bu keyifli günler. Bir daha okuldan kaçamıyorum. İdareden çağırıp devamsızlık süremin dolduğunu bildiriyorlar. Bir hafta sonra sınavlar başlayacak. Her gün gidiyorum okula ama hiçbir şeyi umursamıyorum. Ders kitabının arasında roman okuyorum. Okuldan da öğrencilerden de öğretmenlerden de kopmuşum.

Bitirme sınavlarından mağlup çıkıyorum ve güz dönemine kalıyorum.

 
Yaz sıcakları iyiden iyiye bastırıyor. Köşk kalabalıklaşıyor, Bir haftalığına, bir aylığına gelen konuklar var. En uzun gün, 21 Haziran bayram gibi kutlanıyor. Gece yarısına kadar oturuyoruz. Karpuz kabuğu suya düşünce deniz mevsimi başlıyor. Küçüksu plajına gidiyoruz, bazen Florya’ya, Moda plajına.. Kıpkırmızı oluyor her yanımız güneşten.

Akşamüzerleri Arnavut dondurmacıyı bekliyoruz gözümüz yolda. Kaymak ve vişne var sadece. Hiç kimse onun kadar güzel dondurma yapamaz. Uzaktan sesi geliyor önce, bahçeye girer girmez dondurma kovalarını yere bırakıp oturuyor, terini siliyor; toplanıyoruz etrafına. Biz dondurmamızı yerken, bahçede dinleniyor o da.

Sabah erken kalkanlar ebegümeci, labada, kuşotu, semizotu topluyor. Kümesten yumurtaları alıyor. İstanbul’da hemen her evin bahçesi, her bahçede de bu otlar, meyva ağaçları ve çiçekler var.

Kalabalık sofralarda oturuyoruz yaz günleri. Yemek biter bitmez bahçeye atıyoruz kendimizi gece yarılarına kadar. Büyüklerin paketlerinden aşırdığımız sigaraları içiyoruz gizlice. Bahçe sinemalarına gidiyoruz, kıyıdaki kahvelerde oturuyoruz. Komşularımızı, arkadaşlarımızı görüyoruz. Sinema dönüşü yine bahçedeyiz. Kumruları dinliyoruz…

Büyük dayım her yıl olduğu gibi gezdiriyor bizi. Dutlar, erikler olgunlaşıyor. Cevizleri ve incirleri bekliyoruz. Kavurucu sıcaklar başlıyor. Ansızın başlayan yaz yağmuru bizi şaşırtsa da  bir şölen gibi yaşıyoruz.

Evde hep bir telaş var. Kışlık reçeller hazırlanıyor bir tarafta, yeni gelecek misafirlere yemekler yapılıyor bir tarafta. Durmadan çamaşır yıkanıyor. Damlar aktarılıyor, fırtınaya yenik düşmüş bağdadiler, çökmüş basamaklar tamir ediliyor. Kışlık odunumuzu alıyoruz.

Yaz rehavet ayı . Bazen yaprak kımıldamıyor. Pelte gibi yapışıyoruz oturduğumuz yere. Yemekten sonra hemen herkes öğle uykusuna yatıyor. Kitabımı alıp bir ağaç altına oturuyorum.

Kışın evlere kapanacağımızı bildiğimiz için geziyoruz bol bol. Vahdettin’in bahçesine mehtap seyretmeye çıkıyoruz geceleri. Eşekli sebzeci sabahları kütür kütür domatesler, kabaklar, patlıcanlar getiriyor. Şeftaliler, kayısılar, Osmanlı çileği, kavun, karpuz.

Otlar sararıyor. Yaz misafirleri istemeyerek evlerine dönüyorlar. Vapur iskeleden ayrılırken rengarenk eşarplar sallıyoruz pencerelerden, onlar da bize… Tek tük incir buluyorum ağaçta. Yazın gideceğini hissediyorum. Okudukça, aşkın uzak bir yerlerde olduğunu anlıyorum.;Werther’i unutuyorum. Hayatıma başkaları giriyor.

Yağmurlar sıklaşıp, sabah rüzgârı üşütmeye başlıyor, günler kısalıyor. Sabahları bulutlu bir gökyüzü karşılıyor bizi. Leylekler güneye doğru uçmaya başlıyor. Köşk boşalıyor. Gündoğusundan esen rüzgârın bulutları sürüp, gökyüzünü temizlediğini, yıldızların daha parlak göründüğünü ama üşüttüğünü balıkçılardan öğreniyorum. Yalanın bazen işe yaradığını,  İstanbul’un, bu büyülü kentin her mevsim, hatta her gün yeni bir yüzle karşıma çıkıp beni şaşırtabileceğini, mevsimlerine asla güvenilmeyeceğini, “taşralı” olmanın insanı zenginleştirdiğini anlıyorum..

Rüzgârlarım gündoğusundan esiyor.

Yaz bitiyor…